Müderrisin Torunu: Melahat Foçalı

SEBAHATTİN KARACA

Soyadı Foçalı olan doksan üç yaşındaki mübadil torunu Melahat hanımla bir söyleşi yapmak istedim. İstedim, çünkü kulaktan dolma bilgilerle bile olsa kendisi, hayatı ve ailesi hakkında duyduklarım benim bu söyleşiyi yapmamı zorunlu kılıyordu.

Kızları ile temasa geçtim. Onlar da olumlu karşıladılar. Hatta epey yardımcı oldular.
Daha önceki tecrübelerimden iyi kötü biliyorum. Doksan yaş ve üzeri insanlarla söyleşi yapmak kolay olmuyor. Kararlaştırdığımız gün, çoğu yerde birlikte çalıştığım değerli kardeşim gazeteci Seyfi Gül ile Melahat hanımın Büyükdeniz’de yaşadığı evine gittik. Çok hoş karşıladılar.

Söyleşiden, haberdar edilmişti. Her şey önceden hazırlanmış gibi görünüyordu. Melahat hanım geniş ve rahat bir koltukta oturuyordu. Bizi görünce çok tatlı, sempatik ve güler yüzlü haliyle “Hoş geldiniz” dedi. “Hoş bulduk, Nasılsınız iyi misiniz?  İyi gördüm sizi maşallah, çok iyi görünüyorsunuz” dedim. “Eh iyiyiz şükür, hamdolsun yaşayıp gidiyoruz ömrümüzün son demlerini” derken yüzü ışık saçıyor, gözlerinin içi gülüyordu.

Yaşından dolayı konuşma süremizin kısa olduğunun farkındaydım. Seyfi bey de hazırlığını yapmış, kamerayı açmıştı. Bu önemli buluşmayı videoya almak her yönüyle faydalı olacaktı. Bir an önce konuya girmeye çalışıyordum. Ama sakin olup ortamı daha iyi hazırlamam gerekiyordu. Oradan buradan neşeli şeyler konuşarak Melahat hanımın rahatladığından emin olduğum anda soruma geçtim.

ADA GÜZELİ ANNEM
Melahat teyze, önce benimle konuşmayı kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederim. Sizi uzaktan da olsa yıllardır tanıyorum. Ara sıra da ayak üstü konuşuyoruz. Hâl hatır soruyoruz. Bugün sizi biraz daha tanımak istiyorum.

Bana biraz kendinizden biraz yaşamınızdan, bahseder misiniz?
1931 yılında Foça’da Kale içindeki iki katlı evimizde doğdum. Annem Midilli eşrafından Müderris Bekir Ağanın en küçük çocuğu olan Naciye, babam ise  Foça Eşrafından Fahrettin Karacalı idi. Babamın babası yani dedem Foça’da memurmuş. Onun kardeşi de Midilli’de memur iken bizim gibi mübadele ile Karantina’ya gelmişler. Annemle babamın evlenmeleri işte bu akrabaları aracılığı ile olmuş. Annem çok güzelmiş. Anneme Ada güzeli derlermiş. Babamla annem birbirlerini ilk defa İzmir’in Karantina semtinde görmüşler. Yurda gelen mübadiller arasından ilk evlenen de annem olmuş. Bu evlilikten Sabahat, İnci ve Serpil isminde üç kız kardeşim daha oldu.

İlkokulu Foça’da şimdi İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü olan taş binada okudum. O zamanlar ortaokul yoktu. Ya Menemen’de ya da İzmir’de ortaokulu okuyacaktım. O devirde orta okulu bitirenler yardımcı öğretmen oluyordu. Babaannem “ben kuzumu İzmir’de okutacağım” deyince akan sular durdu. İzmir’de babaannemin yanında ortaokulu okudum. Başta İngilizce olmak üzere tüm dersleri su gibi içmiştim. Sonraki yıllarda evlatlarım üniversiteye giderken ortaokulda aldığım eğitim sayesinde derslerinde kendilerine yardımcı hep oldum. O zamanlar eğitim gerçekten çok iyiydi.

Bu arada babaannem öldü. Birkaç sene sonra ailelerimizin de oluru ile Menemen’de önceleri taksicilik yapan, ardından deri sanayinde kendi iş yerini açan Ahmet Foçalı ile evlendim. Kocam çok çalışkan ve azimliydi. Sabahın erken saatlerinden akşamın geç vakitlerine kadar çalışır evinin rızkını çıkarırdı. Benim çalışmama pek sıcak bakmadı. Ayrıca çalışsaydım Hatice, Levent ve Selcan isimli çocuklarıma kim bakacaktı. Bu arada da belirtmiş olayım kızım Hatice Mimar oldu. Oğlum Levent Dericilik Meslek Lisesinde okudu. Küçük kızım Selcan ise Deniz Bilimleri okudu.

Evlendikten sonra biz, eşi vefat eden görümcem ve iki çocuğu ile uzun yıllar birlikte yaşadık. Görümcemin çocukları Filiz ve Lütfü, o zamanlar çok küçüktüler.  Eğitim dahil olmak üzere onları kendi evlatlarımdan hiç ayırmadım. Hiçbir şeyi esirgemedim. Tabii ki eşim Ahmet’in ve teyzemiz Bedriye hanımın da katkıları da yadsınamaz.  Her ikisi de okullarında çok başarılıydılar. Önemli yerlere geldiler ya da görevlere atandılar. Biri Avukat Filiz Akyüz, diğeri de Koramiral Lütfü Sancar’dı.

ANNE, BANA DEDEMİ ANLAT
 Melahat teyze size gelmeden önce yaptığım araştırmalarda duydum ki, anneniz Naciye henüz daha üç dört yaşındayken, dedeniz Bekir ağa, anneanneniz Fatma hanım, abileriniz ve ablalarınız çok inişli çıkışlı; kimi zaman bolluk, kimi zaman darlık içinde, üstelik Midilli ve Türkiye arasında mekik dokurcasına gidip geldiği, zorlu koşullarda sürdürdüğünüz hayatları olmuş. Bazen hoş ve güzel, bazen zahmetli, dramatik ve zor yıllar yaşamışsınız. Bana o dönemlere ait bildiklerinizi ya da büyüklerinizden duyduklarınızı anlatır mısınız?

Melahat Hanım: “Bir gece gözlerine uyku girmiyordu. İçimde nedenini bilmediğim tuhaf bir his vardı. Uzandığım yatakta kulağımı annemin ayak seslerine dikmiştim. Yatak odasına geçmekte olan annemin ayak seslerini duyduğumda, kalkıp yanına gittim. Yatağa uzanmak üzere olan anneme Anne bu gece beraber yatabilir miyiz?” diye sordum. Annem Naciye hiç tereddüt etmeden “Olur kızım tabi yatabiliriz. Ama söyle bana sen bir şeyden mi korktun? Neden böyle titriyorsun?” dedi

“Evet anne dedemi düşündüm. Hiç yüzünü görmediğim halde teyzelerimin yarım yamalak anlattıklarından bildiğim ve beni çok etkileyen dedemi düşündüm. Bana dedem ve soyum hakkında ne biliyorsan anlatır mısın?” dedim.

“Peki gel, uzanalım yatağa, ben sana küçük yaşımda gördüklerimi ve daha ziyade annem Fatma’dan duyduklarımı anlatayım” dedi.

Senin deden, yani benim babam, İstanbul’da müderrismiş. (Osmanlı’da öğretim üyesi) Adı Bekir’miş ama halk Müderris Bekir Ağa diye hitap edermiş. Ada’ya yani Midilli’ye hangi nedenle geldiği pek bilinmeyen babam Bekir Ağa, çocuk yaşta annem Fatma hanımla evlendikten sonra farklı aralıklarla sekiz çocuk sahibi olmuşlar. En son ben doğmuşum. Burada noktayı koymuşlar. İstanbul’da çalışırken seyrek gelirmiş Midilli’ye. Bazen iki yıl üst üste gelmediği bile olurmuş. Ancak evinde hiçbir şeyi eksik etmezmiş.

O zamanlar çocuktum yine de evde bolluğun olduğunu hayal meyal hatırlıyorum. Evimiz, Midilli şehrinin merkezinde sekiz yatak odalı büyük bir evdi. Şato gibiydi.

Çocuklara bakıcı, eve ise temizlikçi kadınlar gelirdi. Bir keresinde babam İstanbul’dan geldiğinde hepimize bizleri sevindirecek şeyler getirmekle kalmamış, komşu çocuklarına da getirdiklerini dağıtmıştı. Daha sonra annemden duyduğuma göre bunu her defasında yaparmış. Eli bol gönlü zengin birisiymiş. Müderrislik yaparken çok sayıda kitap da yazmış. Derken Birinci Dünya Savaşı başlamış. Savaş tüm ülkede olduğu gibi bizim aileye de ardı ardına zor ve kötü şeyler yaşatmış. Savaş sırasında ve sonrasında maaş alamayan babam İstanbul’da hem kendisinin hem de ailesinin geçimini sağlamak için çok uğraşmış. Süren savaş nedeniyle iş bulmak için baş vurduğu tüm kapılar yüzüne kapanmış. Nafile hiçbir çare bulamayınca, evine Midilli’ye dönmeye karar vermiş. Ulaşımın da zorlaşması sebebiyle karayoluyla Ayvalık’a gelmiş. Adaya her gün gemi olmadığı için birkaç gün beklemek zorunda kalmış. Evine kavuştuğunda çok perişanmış.

ABİLER ASKERE GİTTİ, BİZ MANİSA’YA
Bu arada dedemin dört oğlunu yani abilerimi askere almışlar. Abilerimden birisi Trablusgarp’ta, diğeri Harput’ta, üçüncü abim Suriye’de şehit olmuş. Ali Abim Çanakkale’de yedi yıl askerlik yapmış. Gazi olmuş.

Bu arada Midilli’de asırlardır huzur içinde bir arada yaşayan Rum ve Türk halklarının arasına nifak tohumları atılmaya başlanmış.  Gasp, darp, insan kaçırmalar, kimi zaman kavgalar ve öldürmeler baş gösterince pek çok Türk ailesi gibi babam Müderris Bekir Ağa da askerde olan evlatlarının dışındaki çocuklarını ve eşini alarak bir gecede Ayvalık’a getirmiş. Ayvalık’ı da Midilli’ye yakınlığından dolayı güvenli bulmamışlar. Oradan bin bir zahmetle yolculuk yaparak Manisa’ya gelip yerleşmişler. “Beşinci ağabeyim Enes’in buradan askere gittiğini hatırlıyorum. Hatta bacağıma kaza ile kızgın yağ döküldüğünü bacağımın yandığını acıdan kıvrandığımı da hiç unutmadım” dedi ve eteğini hafif yukarı çekerek yanık izini gösterirken sanki o anı yaşarcasına içini çekti.

Bu sırada 1919 yılında Yunanlılar İzmir’i işgal etti.  Hasan Tahsin’in işgal günü Yunanlılara ilk kurşunu sıkmasına müteakip aynı gün onun yakın arkadaşı olan Enes ağabeyimin Bahri Baba Parkında ensesinden vurularak öldürüldüğü haberi iki gün sonra bize ulaştığında, evimize ateş düşürdü.

TEKRAR MİDİLLİ
Bunun üzerine Dedem Müderris Bekir Ağa tüm aile ile birlikte bir kere daha yıkıldı. Evin reisi Bekir Ağa; “Yunan topraklarından kaçtık buralara geldik. Şimdi buralar da Yunan toprağı oldu. O halde bari kendi evimize dönelim” diye düşünmeye başladı. Çok geçmeden gazi olarak Manisa’ya gelen Ali abim ile oturup Midilli’deki evlerine geri dönmeyi kararlaştırdılar. Annem Fatma geri dönüşe karşı çıksa da ikna edemedi. Birkaç gün sonra Midilli’deki büyük evimize geri döndük. Hiç huzurlu değildik. Her an her şey olabilir korkusu ile zor şartlarda hayatımızı sürdürüyorduk.

Yunanlıların 1922’de İzmir’i terk etmesinin ardından gözümüzü yeniden Türkiye’ye dikmiştik. Umutlu bekleyiş içindeydik. Nihayet Mübadele Sözleşmesi imzalandı. Bir kere daha doğduğum evimizi ve şehrimizi sonsuza kadar terk ettik. Mübadele komisyonu İzmir’in Karantina bölgesinde Ali Abime ve bize birer ev verdi.  Ben on bir yaşındaydım. Bir müddet sonra oradan İzmir’in Hatay bölgesine taşındık. İşte buradan zaman zaman güzel, aynı zamanda da çileli bir hayat sürmüş olan yaşı epey ilerlemiş babamı yani dedeni son yolculuğuna uğurladık. Komşular geldiler, alıp götürdüler ama biz sonradan ne kadar araştırdıysak mezarını bulamadık.

Ölümünün üzerinden 3-5 gün geçmeden devlet erkanından birkaç kişi geldi. Evde ne kadar yazdığı şiir, kitap ya da beste varsa alıp gittiler. Biz kendi derdimizle uğraşırken maalesef bunlarla ilgilenemedik. Ne kitaplarına ne de başka eserlerine bir daha hiç ulaşamadık.  
Melahat: “Peki anne, dedem öldükten sonra Ali dayım, sen ve teyzelerim ne yaptınız zor yaşama koşullarına karşı nasıl mücadele ettiniz?”

Ali dayın uzun süre helvacılık yaptı. Ardından o da hayata veda etti. Ablalarım kısa sürede evlenip yuvalarını kurdular. Bana da baban talip oldu. Babanla evlendiğimde yaşım küçüktü. Evliliğimden en büyüğü sen olmak üzere dört kızım oldu. Evliliğim her ne kadar yaşamıma huzur kattıysa da, yaşadıklarımızdan ve onca kayıplarımızdan dolayı içimdeki acılar hiç son bulmadı. Varlıktan darlığa düşmek gerçekten çok zor. Hele bir de beşiğinin olduğu yerde zorunlu sebeplerden dolayı yaşayamamak ölüm kadar acı geliyor insana. O gece annemden duyduklarımın ardından birlikte uyuduk. Sabah gözlerimi açınca salonun penceresinden dışarı baktım. Hiçbir şey olmamışçasına dünya dönüyor, hayat devam ediyordu.

Kollarımı havaya kaldırdım. Ellerimi açtım. “Allah’ım bana yardımcı ol.  Sana olan inancım ve bağrımdan kopup gelecek olan güç ile kötü kaderi yenmek için hep azimli, gayretli, sabırlı ve iyi niyetli olacağım” dedim.

Bu sözümün üzerinden seksen yıl geçti ve ben her koşulda sözümü tuttum. Mutluyum.

Foça 15.11.2024
Sebahattin Karaca