İnanç ya da inançsızlık
PALEOLİTİK DÖNEMDEN GÜNÜMÜZE İNSANLARIN DİN ÜZERİNE ETKİSİ VE DİN OLGUSU
Yerleşik hayata geçiş hakkında bildiğimiz, bilimsel olarak kabul gören bazı veriler, hepinizin bildiği üzere Göbeklitepe’nin keşfiyle, ele geçen arkeolojik bulgular sayesinde, güvenilir ve bilimsel sonuçlar sağlamış, bir dönemin yeniden ele alınmasına, bazı yeni keşifler eklendikçe ve kullandıkları sembolizm çözüldükçe geçmişi anlamaya yönelik, bilim dünyasına daha fazla ışık tutmaya başlamıştır.
Neolitik Devrimin sürecini; yerleşik hayata geçiş – tarımın başlaması – hayvanın evcillleştirilmesi ve din düşüncesinin oluşmaya başlaması sıralamasıyla düşündüğümüz ama aslında din düşüncesinin oluşmaya başlaması – yerleşik hayata geçiş – tarımın başlaması ve hayvanın evcilleştirilmesi şeklinde yeniden mi sıralamalı mıyız?
Bugünkü anlamı ile din, insanın doğduğu andan itibaren kendisine, ailesine, yaşadığı topluma karşı sorumlu olduğu, önceden belirlenmiş yazılı ya da yazılı olmayan kurallar ve ritüeller bütünüdür ve yaşadığımız dünyada iyi veya kötü bir düzen oluşmasını sağlayan bir çeşit sistemdir. Peki, bizi bu günlere getiren bu düşünceler bütünü, nasıl ve ne zaman ortaya çıktı.
Mesela “her şeyden önce din vardı” diyebilir miyiz? Örneğin ateşten önce. Ateşi kontrol altına alan ilk insan türü Homo Erectus, küçük gruplar halinde organize olabiliyorken, soyut kavram geliştiremediğine göre ateşten önce bizim şu an irdelediğimiz anlamda din düşüncesinin oluşmaya başlamış olması, şimdilik mümkün görünmüyor. Belki çok daha farklı şekillerde yaşam, değişik biçimlerde gelişmeye devam ederken, ilahi güçlere bilinçli veya bilinçsiz anlam yüklemeye çalışmış Homo Erectuslar veya farklı insan türleri olmuş olabilir. Slaytlarda gördümüz 500 bin ila 300 bin yaşına tarihlenen insan şeklini andıran figürinde bunlardan biri ya da gerçekten bu günkü din kavramını oluşturan düşüncelerin ilk örneklerinden biri de olabilir.
Kalabalık gruplar halinde organize olabilen, bilmedikleri, tanımadıkları, dokunmadıkları varlıkları hayal edebilen ve bunlar hakkında hikayeler anlatabilme becerisine sahip olan Homo Sapiens, akıllı insan olarak tarih sahnesindeki yerini almaya başladığı zaman kendi yaratılışına anlam kazandırmak ihtiyacı ile açıklayamadığı, sebebini çözemediği veya somutlaştıramadığı her kavram için, ilahi bir varlığa ya da güce sığınma düşüncesi, her ihtiyaç duyduğunda onun için sığınak olmuş olmalıdır.
Aslında tam tersi de olabilir mesela anlamlandıramadığı ya da korktuğu her konuda, kendisine bir yardımcı aramış olabilir. Belki de günümüzde bile etkisini hala sürdüren sorumluluğu kadere, alın yazısına, kısacası kendi elinde olmayan daha ilahi, ulaşılamayan bir varlığa yükleme ihtiyacı ile davranmış olabilir.
Günümüz din anlayışı çerçevesinde dahi düşünerek, yaratıcı kavramını geliştirmeye başlamış olması da mümkündür. İlkel insanlar yaratım sürecinde oldukları bu topluluklarda, sadece bu sayede ayakta kalabileceklerini düşünmüş olabilir.
Arkeolojik verilere göre ilk dinsel betimlemelerin şu an için 40 – 50 bin yıl arası olduğu belirtilmektedir. Öncesinde ağaçları, güneşi, gökyüzünü, hayvanları, bazen benzerlerinden farklı kaya parçalarını dinsel obje olarak düşünmeye başlamış olma olasığı daha yüksek olmalı ki doğa tapımı ortak hafızamızda yer alarak ve kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüzde halen devam etmektedir.
Üst Paleolitik Dönemden itibaren günümüzden 40 bin yıl öncesine tarihlenen Stadel Aslanı ve yine aynı dönemde ilk örneklerini vermeye başlayan boğa kutsallığı, bunu kanıtlar niteliktedir. Ölümü kendince açıklamaya çalışan insanın hayalgücü sayesinde bu ve benzeri örneklerin ve insan şeklindeki figürinlerin yeniden canlandırma düşüncesinden doğması, dolayısıyla insanlığın ilk din düşüncesinin bu şekilde oluşmaya başlaması, akla oldukça yatkın geliyor.
Bazı objeler yaratarak yeniden canlandırma düşüncesi büyünün temellerini oluşturmuş olmalı. Ruhların yardıma çağırılması, bir nevi büyü değil midir? Dini amaçlarla yapılan antik ritüellerin bir çoğu yine kehanet ve bilicilik üzerine kurulu olduğuna göre aslında bazı gerçeküstü beklentiler Paleolitik Dönem insanı için önce büyünün sonra da din olgusunun temellerini atmış olamaz mı? Çünkü hiç bilmediği konular hakkında kafa yoran, açıklamaya çalışan ve bunlar üzerine beklentilerini oluşturarak farklı konular için farklı ritüeller geliştirerek, bazı şartları da yerine getirdikten sonra, gerekli koşulları sağlayarak bir çeşit büyü yapmış ve beklenti içinde sitemini kurmuş olmalı.
Yine bu bağlamda bazı inanışların sonucu olarak belki de tüm sanatların öncüsü olan dans devreye girmiş olmalı. Ritmik ve estetik hareketlerin tekrarlanması sonucu oluşan dans, yine ilahi bir niyetle hem bir duanın hem de aynı niyetle yapılan bir büyünün yağmur yağsın diye veya vahşi hayvanlar uzak dursun diye ya da kaybettikleri bir yakınlarıyla aralarında bağ kurmak niyetiyle yapılarak, zamanla da insanın kendi sesi ve farklı cisimlerle tempo tutulmaya başlaması ile müziğinde işin içine girmesine sebep olmuş olabilir. Dans ve müzik belki farklı noktalarda, farklı şekillerde doğmuş olabilir, fakat din ile olan bağlantısı ve devamlılığı günümüzde dahi yadsınamaz.
İnsanlık kendini gelişimini geleceğini kuraraken, uygarlıklar oluşmaya başladıkça Ege kıyılarında söylenceler ve efsaneler yolu ile yeni bir inanış doğmaktaydı ve bu inanış modern dünyanın temellerini atarak çok tanrılı olmasına rağmen diğer tüm dinlerin temellerini oluşturmaya başlamıştı bile.
İnsan ve benzeri suretlerdeki ilahi güçlerle doğa ve insana ait ne varsa her şeyin açıklamasını bulup hikayeleştirerek bir sistem oluşturdular. Örneğin mevsimlerin döngüsünü Demeter mythosu ile açıklarken Apollon’un kehanetlerine ermeye çalıştılar ve şimşekler çaktığında Zeus’un onlara kızdığını düşündüler. Onlar için adaklar adadılar, tapınaklar inşa ettiler ve kurbanlar verdiler. Hades’in egemenliği altında olan ölüler dünyasını düşlediler ve en ince noktasına kadar kurguladılar.
İlgisi, bilgisi ve becerisi artan insanlık, zaman içinde bir çeşit büyü sayılabilecek animizmden, totemizmden, politeizm ve paganlıktan uzaklaşarak ya da geliştirip değiştirerek öteki dünyayı, cennet ve cehenemi yaratmaya başlamış olmalı. Çünkü artık ölümden sonra geri dönüş olmadığını ve ölümün kaçınılmaz olduğunu anlamış olmalılar ve artık kendi değer yargılarına göre iyiyinin ödüllendirileceği, kötünün cezalandırılacağı bir öteki dünya şekillendirmişler.
Bütün bunlar olurken coğrafi ve iklimsel koşullar, hayal edilen öteki dünya üzerinde etkili olmuş olmalı. Mesela sıcak iklimin hüküm sürdüğü bölgelerde cehennem tasviri ateşler üzerine kurulurken, soğuk bölgelerde örneğin, Eskimo kültürlerinde cehennem, soğuk ve buzlarla kaplı olarak tasvir edilmiştir. Eskimo kültürlerinin gelişmesi ve nüfusu dünyayı etkisi altına alacak kadar yayılma gösteremediği için bugün dünya genelinin cehennem anlayışı sıcak iklimlerde nüfus artışının ve yerleşimin daha çok görüldüğü, sönmeyen ateşler içindeki, suç işleyenlerin cayır cayır yandığı bir cehennemi bu sebeple benimsemiş olmamız kuvvetli bir olasılıktır.
Pagan inancının günümüz dini üzerine etkileri inkar edilemez bir düşüncedir. Sosyal yaşantının ve sanat anlayışının gelişimine olan büyük katkısı, bir çeşit kendinden geçme, vurmalı çalgılar eşliğinde zikir ayinleri ile gerçekleştirilen ibadeti, bugün farklı tanrılar için şeklen belki de hiç değişim göstermeden devam etmektedir.
Hesiodos ve Homeros metinlerinden öğrendiğimiz bu sistemin, kendinden sonra gelen dinlere oranla kadın erkek açısından tam anlamıyla olmasa da daha eşitlikçi olduğunu düşünmekteyim. Sıradan kadının günlük hayatına yansımaları mutlaka farklı olsa da yalnızca erkeğe tapım gösterilmemesi, sadece tanrılar değil tanrıçalar ve bu tanrıçaların önemli rollerinin olması, bence çok değerli. Oldukça cesur, savaşçı, cezalandırıcı ve hatta tanrılar tanrısı için bile zaman zaman korkutucu olabiliyorlar. Fakat devamının gelmemesi ve yahudiliğin başlaması ile kadının din sahnesinden silinerek, tamamen erkek zürriyetinin egemenliğine evrilmesi, o noktada kadını ne kadar geriye götürmüş olabilir? Erkek egemen şekilde evrilmeseydi kadının bugünkü konumunun çok daha farklı olabileceği düşüncesi ve oradan hareketle gelişim göstermeye başlasaydı şu anki dünyamıza katkısının mutlaka daha olumlu ve daha eşitlikçi olabilekken, bunlardan mahrum edilmiş olmanın bedeli, günümüz dünyasına yansımalarının, özellikle ülkemizde kadının durumunu düşününce hiç iyi sonuçlanmadığını görüyoruz.
Roma Döneminde de aynı inanç farklı isimlerle kaçınılmaz olarak bazı değişikliklere uğrayarak devam etmişti. Geniş coğrayalara hükmeden Roma İmparatorluğu yahudi isyanlarını bastırmıştı, ilk zamanlar hristiyanlığı da yasaklamış ve bu konuda ciddi sıkıntılar yaşanmıştı ama hristiyanlığı kabul ettikten sonra tek tanrılı dinlerin kabul görmesine evrensel bir katkıda bulunmuştu. Aksi halde büyük uluslar tarafından resmi olarak kabul görmeselerdi, siyasi olarak birleşmek için kullanılmasalardı büyük ihtimalle evrensel bir din olamayacaklardı.
Bereketli Hilal bölgesi medeniyetlerin beşiği olan yer olarak, ilk tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin ve kendisine din bahşedilmemiş diğer peygamberlerin de doğduğu topraklar ve civarı ise, peygamberlik sıfatı arkeolojik dönemler için o coğrafya açısından siyasi ya da farklı bir anlam mı içeriyordu? Çünkü dünyada başka hiçbir coğarafyaya peygamber bahşedilmemişti ya da ilahi güçler buna gerek duymamıştı ve hiç kadın peygamber yoktu. Böyle bir tarihi kayda şu an için sahip değiliz. Bilinen verilere göre Peygamberlik statüsü bugün dünya nüfusunun en çok inandığı dinlerin, ortak mücadele geleneğininin temelini oluşturmuştu ve peygamberlik kültürü sadece bu bölgede doğup bu bölgede sona ermişti.
Daha büyük toplumların ve belirli bir yönetim anlayışınının oluşmaya başlamasından önce, bir yandan din olgusuna kafa yoran ilkel insan, bir yandan da siyaset kavramının temellerini atmaktaydı. Aynı anda pek çok farklı konuda gelişim göstermekteydi. İlk büyük toplumlar bir araya gelmeye, şehirleşmeye ve nihayetinde devletleşmeye başladıkları uzun ve her bakımdan sancılı süreçte din siyaseti, siyaset dini bazen birleştirici bir güç olarak bazen de kontrolden çıkararak silah olarak kullanmış ve kulanmaya devam etmektedir. Çünkü din toplumsal örgütlenme konusunda ciddi avantaj sağlar. Hellenler Pers saldırılarına karşı birlik olmak için yine Hellen dünyasının kutsal saydığı Delos Adasını kullanarak Attika Delos Birliğini kurup siyasi bir güç oluşturmuşlardı.
İslamiyet ortaya çıktığı zaman da Araplar kendi içlerinde aşiret ve kabile kavgasına tutuşmuştu. İslam dini onları birleştirerek dünyaya yönelmelerini sağladı. Hristiyanlık, Musevilik ve İslam dinlerine gönderilen bu peygamberlik sıfatı toplulukları birleştirmek için gerekli görülen o cağrafyaya ait bir sisyaset anlayışı mıydı?
Her ne kadar birlik içinde görünseler de aslında dinin mi, yoksa siyasetin mi erk olacağı konusunda aralarında belki de binlerce yıl süren bir mücadele olagelmektedir.
Tek tanrılı dinlerin ilk ortaya çıkışı sosyal adaletsizliklere düzen getirmek, haksızlıklara karşı eşitlik ve iktidar talebi olmadan sadece kurtarıcı olmakla başlarken, kurumsallaşma süreci çok daha farklı noktalara evrilir. Ataerkil bir düzenin sonucu olarak tek tanrılı dinlerde yalnızca erkekler kabul edilir. Bu yüzden ahit erkek ve tanrı arasındadır. Kadın ise sadece erkeğin yüceliğini yansıtır. Adem ve Havva miti bu dinlerde ortaktır ve kadın ilk günahın sorumlusu olarak cezalandırılmış ve ona bir çeşit ayartıcı rolü verilmiştir.
Roma İmparatorluğu ilk hristiyanlara eziyet ederek yasaklarken, hristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesinden sonra Milano Fermanı ile 1. Constantinus ve ardıllarının da desteğiyle Romalılar’ın bir zamanlar inandıkları paganlık yasadışı ve sapkın olarak nitelendirilmiştir. Din uhrevi bir kılıç ise, iktidar dünyevi bir kılıçtır fakat her türlü yetki tanrıdan gelir.
Bu algoritmanın belki de öncüsü İlyada Destanı’nın ilk bölümünde Akhilleus ve Agamemnon’un kavgası sırasında Nestor’un Akhilleus’a söylediği satırların bir kısmında,
“Bir krala kafa tutmaya kalkma sen de Peleusoğlu,
Değnek taşıyan bir kralla bir değil onurun senin;
Zeus verdi değnek taşıyan krala o onuru.”
diyerek uyardığı gibi İlyada Destanı’ndan çok daha öncesine de dayanıyor olabilir.
Hristiyanlık belli bir hıyerarşi içinde örgütlenerek ve Roma Döneminde hıyerarşik olarak kurumsallaşmaya başlar. Daha sonra imparatorlara ve krallara kafa tutacak konuma gelirler. 16. Louis’nin “devlet benim” diyerek mutlak monarşisini ilan etmesi ve kilisenin üstünlük iddiasına bir darbe vurması ile modern devletin ve çoğulcu toplumların yapı taşlarından biri olan Laisizmin temellerinin atılmasında, bir kırılma noktasına sebep olması, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmaya başlaması, beraberinde din ve vicdan özgürlüğünün gelmesinde önemli etkenden biri olur. Din ve siyaset arasındaki tek fark, dinin bir takım ritüeller gerektirmesi ama siyasetin buna ihtiyaç duymadan dini de kapsaması olabilir.
Paleolitik dönem insanı bahsettiğimiz ihtiyaçlar sebebiyle, aynı zamanda inanç ritüellerinin göstediği gelişim ve bu ritüelleri gerçekleştirmek için ihtiyaç duymaya başladıkları mimari yapıların gerekliliği ile belki hemen değil fakat bir süre sonra, artık o yapılara yakın olmak ya da tamamen orada olmak içgüdüsü ile Neolitik Devrimin gerçekleşmesine ve şu anki sistemin kurulmasına önayak oldular.
Katliamlar yaptılar, insanlar kurban ettiler, bilimin gelişmesini geciktirdiler. Düşünce ve vicdan özgürlüğüne hemen her çağda engel oldular. Öte yandan paleolitik dönem insanı somutlaştıramadığı kavramlara böylesine anlamlar yüklemeseydi şu an Göbeklitepe gibi muhteşem yapılara, ölümden sonraki yaşama sığınma ihtiyacı hissetmeselerdi piramitlere ve birbirinden özel binlerce arkeolojik eseri görerek, teknolojik imkansızlıklar içinde ne kadar harika yapılar ürettiklerine tanıklık edemeyecektik.
Bu noktada ayrıca bir bölüm açarsak özellikle 21. Yüzyılı yaşadığımız yani dünya tarihinin en modern ve en teknolojik çağlarını yaşadığımız bu zamanlarda hala din baskısı altında yaşayan kadınlar, kız çocukları ve okullarda akranları ile okumak yerine, bazı örgütlü yerlerde,hangi dine mensup olursa olsun, sadece dinin dayattığı kuralları çeşitli cezalar ve korkular yaşayarak öğrenen, öğrenmek zorunda kalan tüm çocuklar için bilimin cehaleti yeneceği bir gelecek diliyorum.
Not: Manisa Celal Bayar Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümündeki değerli hocalarıma, bu sunumu hazırlarken özellikle sabır ve desteğini esirgemeyen Eylül ACARKANLI, Gökhan GÜNAY ve Şahin UYSAL’a teşekkür ederim.
Şehriban AKI BAKIR
KAYNAKÇA:
-Zabcı,Filiz. “Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler”, III.Bölüm, İletişim Yayınları, İstanbul 2018
-Yalçınkaya, Ayhan. “Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler”, II.Bölüm, İletişim Yayınları, İstanbul 2018
-Tanilli, Server. “”Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,2018
-Hararı, yuval Noah. “Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens”, Kolektif Kitap, İstanbul, 2018
-Mansel, Arif Müfid. “Ege ve Yunan Tarihi”, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2020
-Agizza, Roza. “Antik Yunan’da Mitoloji”, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2006