Yanınıza mendil almadan okumayın!
Gazeteci Yaşar Aksoy’a, Konak Belediye Başkanı bir kutu çikolata göndererek ‘Yeni yılını’ kutlamış...
Çeşme’de hediyeyi alan, İzmir’in gururu Yaşar Aksoy, bu arada birlikte çalıştığımız, Aydın Bilgin yönetimindeki gazetedeki anılarını dillendirmiş.
Hatta mesleğin çilekeşlerinden, ya da bizim tabirimizle hamallarından Alaattin Gürırmak’la ilgili bir anısın da paylaşmış.
Okudukça o günlere gittim...
Yaşar Aksoy, o ‘hediyeleri’ öyle güzel anlatmış ki, herkes kendine göre bir kıssadan hisse çıkarabilir.
Sanıyorum; bu iş devam ediyordur.
Belki bir gün hoşuma gitmeyen, onun da, bizim gibi düşünenlerin de, her zaman karşı olduğumuz bu hediyelerle ilgili görüşümü paylaşırım.
Ama şunu söyleyebilirim:
Konak Belediyesi’nin bu hatırlanma hikayesi Süha Baykal ile başladı.
Süha Baykal ‘Bir ya da iki tepsi baklava’ ile çalışanların bayramlarını ya da özel günlerini kutlardı.
Adam ayırmazdı...
Son olarak ise birer kutu çikolata gönderen Dr. Hakan Tartan idi....
Onun yeri de ben de ayrı...
Hatta ben, milletvekilliği ve bakanlık yapan, bir iki dili Türkçeye vakıf olduğu kadar konuşup yazan gerçek gazeteci Dr. Hakan Tartan’ın İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olmasını isteyenlerdendim.
Bizi en iyi şekilde yalnız Türkiye’de değil uluslararası toplantılarda da en iyi şekilde temsil ederdi.
Şimdi bakıyorum; gazetelerle bir günlük mesaisi olmayanlar bile neredeyse her gün bu konuda konuşmalar yapıyorlar.
Duyduklarını dillendiriyordur her halde....
*- Sonuna kadar okumanızı öneriyorum
Ben de Yılbaşı Hediyem ile bir mektup aldım geçenlerde...
Gönderen Büyüğümüz, üstadımız, patronumuz Aydın Bilgin idi...
Gözümden yaş gelerek mektubu okudum...
Etkilendim:
Bakalım, sabırla okuyacak olanlar ne düşünecek?
Çok daha fazla notum vardı ama sözü uzatmadan ve değiştirmeden paylaşıyorum:
*- Bu kadar etkili olabilir!
‘Sevgili Yaşar Kardeşim:
1 Mayıs 2017’de kendimi emekliye ayırdım.
İyi ki yapmışım!
Hemen ardından, sağlık sorunları ile uğraştım.
Ama şimdi iyiyim.
Yine de 2017’nin ilk bölümünde birlikte olduğumuz için sizlere bu yılın yazısını yani son yazımı yazıyorum.
Bir 9 Aralık’ta aşağıdaki yazıyı yazmışım:
Anlamını yitirmediğini düşünerek ekliyorum:
Sağlıcakla, iyilikle kalın.
Sevgi ve saygılarımla,
Aydın Bilgin.
*- Fotoğrafı ve adresi sizde!
Frankfurt 1981... Tarık, Alman (kindergarten’de (Anaokulu).
Almanca’yı artık rahatlıkla konuşuyor, ama okul arkadaşlarını sevmiyordu.
‘Beni yalnız bırakma baba!’ diyordu.
Üç katlı evimizin, ön bahçeye bakan yatak odasında, kardeşi ile paylaştığı ahşap ranza yatağın alt katında, üçümüz sımsıkı birlikte olurduk, her akşam.
Tarık, Efe ve ben birlikte söylerdik neşeyle;
Eins, zwei, Polizei,
drei, vier, Offizier,
fünf, sechs, alte Hex,
sieben, acht, gute Nacht,
neun, zehn, auf Wiedersehen,
elf, zwölf, böse Wölf,
dreizen, vierzehn, kleine Maus,
ich bin drin und du bist raus!
Onun beş yaşında öğrendiğini, ben 16 yaşında Robert Kolej’de Almanca Hocası Frau Schier’den öğrenmiştim.
Dil üstünde Almanca kafiyeli kaydırmaca yapıyorduk, ne güzel.
*- Şarkı söylememi isterlerdi.
Şarkı da bilmezdim, ama İzmir Koleji’nde (Bornova Anadolu Lisesi) söylediğimiz şarkıya, ‘Nar gibi domatesle, beyaz peynir) diye başlardım.
Kahkaha ile gülerlerdi bana.
Sonra sınıf arkadaşım Sabri Çolakoğlu’ndan öğdendiğim Fransızca taklidi anlamsız kelimeleri sıralardım.
Kahkahalar daha da artardı.
Bir baba evlatlarının sağlık ve mutluluğundan başka ne isteyebilir ki?
*- Ne kadar masumlar?
Sonra yine Frau Schier’den öğrendiğim, onların da bildiği alfabe şarkısına başlardık:
‘A, be, se, de, e, ef, ge, ha, i, ye, ka, el, em, en, o, ke...’ diye...
Nihayet gevşerler, uyurlardı.
Ne kadar masumdular, bu yaşlarda...
Sabah sarıldım Tarığa, beşinci yaş gününde, onu okula bırakırken, ‘Baba’ diyordu, ellerini açarak çaresiz, ‘Beni yalnız bırakma! Ben kendi başıma ne yapabilirim ki?’
‘Oğlum senin yapacağın bir şey yok ki! Gül, eğlen, öğren!’ diyordum.
‘Yook!’ diyordu, ‘Geçen gün anneannemle Bahnhoff’a giderken, tramvayda duydum. Türkçe konuşunlara Almanlar çok kızıyor...’
*- Emanet ol!
Üzülüyordum tabii.
Doğum gününde anaokulundaki partiden hiç hoşlanmadı.
O gün ve her gün öpüp kokladım onu, onu Allah’a emanet ederek, bana bir şey olursa, diye...
Londra 1983...
Bu kez de Efe’nindi.
East Sheen İlk Okulu’nun ana sınıfında.
Ama İngilizlerle daha çabuk anlaştı.
Tarık da iki üst sınıfta Almancasını unutup, İngilizceyi öğrenmekle meşguldü.
Artık ikisinin de odaları vardı.
Bu kaz de büyük bahçeli iki katlı bir evdeydik.
Ama Londra’nın en büyük yeşili Richmond Park’a çok yakındık.
Sık sık parka gidip, geyikler arasında dolaşır, çimenlerde top oynardık.
Bu kez de Efe’ye sarılıp, öpüp koklayıp Allah’a emanet edip, gönderdim okuluna, doğum gününde...
Moskova 1991...
Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in bulunduğu binayı tanklar çevirmiş.
O gün, ya o binada ölecek, ya da tarih çarklarını bildiğimiz yöne döndürmeye devam edecek.
Tanklar, sabah 6’da yürümüştü.
Ben öğleden sonra saat 3’de Moskova’daydım, gazeteci olarak.
*- Fotoğraf
Akşama doğru bir dedikodu başladı.
Yabancılar ve gazeteciler bu bölgeden dışarı çıkarılacak ve bina yerle bir edilecek, diye...
Gençler alana dolmaya başladılar.
Aralarında dostlarım da vardı.
Ateşler yakılıyor ve CNN Kameralarına, ‘Burada ölmeye hazır olduklarını’ söylüyorlardı...
Dostlarımdan genç bir Rus, cebinden çocuğunun resmini çıkardı.
Arkasına bir şeyler yazdı ve bana uzattı.
Resmin arkasına bir adres yazmıştı.
Ben ne olduğunu kavrayınca içim ürperdi:
‘Bu gün burada ölebilirim!’ dedi.
Dostum, ‘Eşim de burada! Rusya için birlikte ölürüz.
‘Eğer ölürsem’ diye, ‘Çocuğumun bulunduğu evin adresini yazdım, Onu al ve Türkiye’ye götür. Evladın gibi bak.
Ona anne ve babasının Rusya için öldüğünü söyle.
Önce Tanrı’ya, sonra sana emanet ediyorum.’
Ağlaştık, Rus dostlarımla...
Ellerinde Molotof kokteylleri ile, bir tankın tırtıllarının ezeceği noktaya oturdular.’
İki evladımı da beş yaşında okula giderken, Allah’a emanet etmiştim.
Bir Rus dostum da ona bir şey olursa, oğlunu Tanrıya ve bana emanet etmişti.
Şükür ki, tanklar geri döndü, birkaç gün sonra,
Sıra Haber Ekspres evladımda...
Dün doğum günüydü...
Beni evlatlarımın beşinci yaşlarına götürdü anılarımda.
Bütün evlatlarım ve sevdiklerim gibi, onun için de tek dileğim sağlıkla, başarıyla mutlulukla büyümesi ve yaşamasıdır.
Onu da bütün evlatlarımız gibi, hastalanmasın, üşümesin, sıkılmasın , uzülmesin diye, ter ile gözyaşı ile koruduk, bu günlere getirmek için...
Bu evladımı da ben Allah’a ve sizlere emanet ediyorum.
Bana bir şey olursa, bu kurumu yaşatın.
Fotoğrafı ve adresi var sizde...(AB)
Sevgi ve saygıyla...
*- Bir gün anlatacağım
Aslında aklımdan çok şeyler geçiyor...
Hatta Mimar Vakur Samim Günöy üstadım da aklımdan geçti.
İzmir’in ilk çok katlı apartmanı, Talatpaşa’da ‘Çim Apartamarı’nın mimarı...
TCDD Demiryollarının ‘yol servisinin’ müdürü...
Bana Almanca öğreten büyüğüm..
O da ‘Bana bir şey olursa, oğlum sana emanet’ demişti.
Bir gün de İzmir’e ve Türkiye’ye yaptığı büyük hizmetleri anlatacağım Vakur Samim Günöy’ün...
*- Dr. Faruk Güler için düşündüğüm...
Bu arada herkes birini ‘yılın adamı’, ‘kadını’ ‘işadamı ‘seçiyor...
Ya da sporcusunu...
Benim favorim isi ‘Vefa Adamı’ olarak da tanıdığım Dr. Faruk Güler...
ESBAŞ’ın Ceo’su...
Bunu da gündemime alacağım...
YAŞAR EYİCE