Foça’da yaşanmış tutkulu bir aşk hikayesi
“Bir insanın gözyaşı torbası ne kadar büyüktür bilemem, benim gözlerim yıllarca aktı..”
Nazif ağabeyi 77 yılından beri, çalışkanlığı üretkenliği, bitmez tükenmez enerjisi ile tanırım.
Foça’da şakalaştığım, güldüğüm, muhabbetinden hoşlandığım, nadir insanlardan birisidir. Kırmadan, dökmeden, incitmeden şaka yapmasını iyi bilirdi.
Her ne olursa olsun, neşesini korur, hayatın tadını çıkartırdı.
Foça’da en erken kalkanlardan birisiydi. Sabahın erken saatlerinde, işletmekte olduğum otelin önünden geçerken, o gün kafasına göre bulduğu aktüel bir konu üzerinden, barışçıl tavrıyla şakasını yapar işine giderdi.
Belki tavşan çıkar diye, kimsenin çalısına taş atmaz, tavuğunu ürkütmez, karınca incitmez, kimse hakkında kötü konuşmazdı. Büyükle büyük olmak, küçükle küçük olmak onun en kuvvetli yanıydı.
Nazif ağabeyi, hayatta en çok sevdiği eşinin ölümünden sonra göremez oldum. Sordum soruşturdum. Evden dışarı çıkmıyor dediler. Neden acaba diye düşündüm. Ardından üzüldüm.
Özlemim birdenbire depreşti hatta derinleşti. İçimden “O’nu ziyaret etmeliyim. Muhakkak görmeliyim” dedim.
Belediye meydanında şarküteri dükkânı işleten damadı Zafer Aktan ile temasa geçtim. Zafer bey, eşi Canan ile görüşmemin daha doğru olacağını işaret etti.
Nazif ağabeyinin kızı Canan’ı da uzun yıllar tanırım. Bu bakımdan tereddüt etmeden telefon açtım. Durumu anlattım. Görmek ve kendisiyle biraz sohbet etmek istediğimi ilettim. Memnun oldu.
Randevulaştık. O gün geldi. Nazif ağabeyinin kızından aldığı “evlat desteği” ile tek başına yaşadığı evine gittim. Canan kapıyı açtı. Nazif abi ve canan büyük bir misafirperverlikle karşıladılar. Nazif ağabey ve kızı Canan çok memnun oldular.
Açıkca ifade edeyim, bende kendisini görünce çok duygulandım. Sarıldım, sıktım. Sırtını sıvazladım. Bırakasım gelmedi. Nazif ağabey, her zaman olduğu gibi duygularına yine hâkim olamadı. Sessiz sessiz içine doğru ağladı. Ağlasın, boşalsın rahatlasın diye bir müddet bekledik.
Beklerken, dağ gibi büyük, içi dolu dolu bir hayat hikayesinin üstüme yıkılacağını hissettim. Bunca zamandır Foça’yı Foça yapan, tarihinin, doğasının yanı sıra, Foça’ya damgasını vurmuş pek çok değerli insanla söyleşi yaptım.
İlk defa bugün, gönlü deniz deryasına benzeyen Nazif ağabeye hangi soruyu soracağımı, söyleşiye nasıl başlayacağımı bilemedim. Bu sebepten de “sen anlat abi, ben dinleyim” dedim.
Hazır cevap “Yok yok, sen sor ben anlatayım” dedi. Anladım ki, çok şeyi var anlatacak. Ama sıraya koymakta zorlanacak. İşini kolaylaştırmak için Büyükbabandan ve babaanneden başlayalım istersen dedim.
Güldü, tebessüm etti.
“Sen çok derinlere daldın, yine de kırmayım seni, anlatayım hatırladıklarımı.” dedi.
Babaannem Münevver, 1874’de daha o zaman Osmanlı toprakları olan Romanya’da doğmuş.
Balkanlar üzerinde planları olan bazı devletlerin arasında Ruslar da varmış. Osmanlı ve Rus ordusu karşı karşıya gelmişler.
1878 yılında yapılan savaşta Osmanlılar yenilince, Romanya bağımsızlığını ilan etmiş.
Orada kalan Türkler, azınlık ve sindirme politikaları ile zorlaşan hayattan kurtulmak için, Türk topraklarına “Muhacir” olarak göç etmeye başladılar.
Göç edenlerin arasına babaannemin ailesi varmış. Çorlu’ya gelmiş ve yerleşmişler.
Nasıl olduğunu tam olarak bilemiyorum ama babaannem Münevver, Karadeniz kıyısında bulunan Tirebolulu varlıklı bir ailenin oğlu olan, Büyükbabam Hamdi ile evlenmişler. Evlilikten dört çocukları olmuş.
Yaygın bir hastalıktan dolayı ikisi daha bebek iken ölmüş. Babam Ali ile halam Hatice hayata tutunmuşlar. Bilemediğim bir sebepten dolayı Dedem ve babaannem Tirebolu’dan, o yıllarda bomboş olan Antalya’nın Lara bölgesine göç etmiş ve oraya yerleşmişler.
Halam daha küçük, babam ise 11 yaşındayken 1908 yılında önce babaannem, ardından Büyükbabam Hamdi, genç yaşta hayata veda etmiş. Öksüz ve yetim kalan iki kardeşin bundan sonra hayata nasıl tutundukları hakkına maalesef hiçbir bilgim olamadı.
Ancak aradan geçen uzun yılların ardından, halamın iki defa evlilik yaptığını, çocukları olduğunu öğrendim. Babam Ali ise, askerlik için Foça’ya gelmiş; askerliğinin ardından annem Rahime ile evlenince Foça’da kalmış.
Nazif abi, istersen bir ara verelim. Ardından biraz baban Ali ve annen Rahime hanımdan bahset olur mu? Dedim.
Nazikçe “Tabii olur” dedi. Küçük bir molanın ardından, Babam dedi, askerlik için Foça’ya gelmiş. Askerlikten sonra buraya yerleşmiş.
Uzunca bir süre yalnız yaşamış. Daha sonra annem olacak Rahime ile evlenmiş. Annem Rahime, ablasının eşi olan hâkimin tayini münasebetiyle Foça’ya gelmiş.
Gel zaman, git zaman babam, Rahime ile tanıştıktan kısa bir süre sonra evlenmişler.
Bu evlilikten 1934 yılında ben ve ardından kız kardeşim Gülseren doğmuşuz. Beş - altı yaşımdan sonrasını hatırlıyorum.
Fatih Camii yakınlarında evimiz vardı. Orada otururduk.
Babam balıkçılık yapardı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında 1. Derecede askeri yasak bölge ilanının ardından ekonomisi çökmüş Foça’da, hayata tutunmaya çalıştılar..
Ben on bir yaşındayken rahatsızlanan babam aniden hayata gözlerini yumdu. Hayat bizim için daha da zorlaşmıştı.
Sanki atalarımızın kaderi, bizim üstümüzde bir kere daha tecelli ediyordu.
Etrafında fazla bir dayanağı olmayan annem, ben ve kardeşim çaresizlikten, savrulmanın eşiğindeydik.
O güne kadar ev kadını olan annem, Fatih Camii’nin hemen yanı başında bulunan cezaevinde, gardiyan olarak işe başladı.
Biraz rahatlamıştık. Babamız yoktu. Onsuz büyümek kolay olmuyordu. Hayat, en başta okul yılları olmak üzere, her aşamada soğuk yüzünü hissettiriyordu.
Üçümüz birbirimize sıkı sıkıya sarıldık, zor günlerin üstesinden gelmek için çalıştık. Ben okula ara vermiyordum.
Annemin de desteği ile okulumda başarılı olmaya çalışıyordum. Hafiften tombuldum. Arkadaşlarım bacaklarımı sıkar, “yürü be tombul” diye şaka yaparlardı.
Bazen alınırdım, bazen de onlara bende takılır eğlenirdim.
Sınıf arkadaşlarımdan birisi daha sonra Belediye Başkanı olan Süleyman Ege’ydi. Onunla iyi anlaşırdım.
Foçalılar bize yabancı olduğumuzu hissettirmedi. Baştan beri bizi içlerinden biri gibi gördüler.
Nazif ağabey top oynamış ve uzun yıllar kalecilik yapmışsın. Şu futbol sevdasından ve bu sayede yaşadıklarından biraz bahseder misin?
Okulun yanı sıra, top oynamaya meraklıydım. Öyle çok meraklıydım ki, acılarımı sadece top oynarken unutuyor, mutlu oluyordum. Bu merak beni Foçasporun kalesini koruyan oyuncusu yaptı.
Daha sonraki yıllarda, o dönem çok güçlü olan Dikilispor’a transfer oldum. Çok para almıyordum. Zaten o yıllarda futbolcu, paradan daha ziyade manevi değerler için top koştururdu.
Yine de şükürler olsun, elime geçen ufak tefek para ile evimizin masraflarına katkıda bulunuyordum.
1950’li yıllarda Foçaspor’da oynarken, Midilli takımı ile yapılacak dostluk maçı için Menemenspor, Foçaspor, Dikilispor’dan oluşan karma bir takım kuruldu.
Bu takımda, Foça’dan ben ve Allah rahmet eylesin Tayfur Merul vardık. Midilli’de yaptığımız dostluk maçını 3-0 kayıp ettik.
Üzülmüştük. Suratımız bin parça döndük. Yapılacak bir şey yoktu. Otobüs bizi gece yarısı ana yol kavşağında Karakol mevkinde bıraktı ve Menemen’e devam etti.
Biz yürüyerek sabaha doğru Foça’ya geldiğimizde yorgunluktan bitmiş tükenmiştik. Yenilginin ve yediğim üç golün ardından utandığım için birkaç gün dışarı çıkamadım.
Yüz yılın aşkı
Nazif Ağabey, Gülseren Abla ile yaşadığın şu büyük aşktan da biraz konuşsak mı? acaba dememle birlikte hüzünlü yüzüne tebessüm yansıdı. Oturduğu yerden biraz geriye kaykıldı ve onu da kızım Canan anlatsın dedi.
Canan nereden biliyor dedim.
Eşim ona belki kırk defa anlattı. Bütün mahalle, soy sülale, hatta tüm Foça bilirdi. Onu nasıl sevdiğimi.
Canan, “Yok yok baba! sen anlat en iyisi” dedi. “Ben anlatırsam ne olur ne olmaz bir yanı eksik kalır kızarsın, en iyisi kendin anlat” diye ilave etti.
Nazif ağabey: “1960’lı yıllara gelindiğinde, Ahmet Karakuyu’un en küçük kızı ve kız kardeşimle de adaş olan Gülseren’e âşık oldum. Ahmet Karakuyu “Ben kızımı topçuya, üstelikte işsize güçsüze vermem” diye tutturdu.
“Değil kızıyla evlenmeme rıza göstermek, sokağından geçmemi bile istemiyordu. Oysa ben Gülseren’e ölesiye âşık olmuş, kara sevdaya tutulmuştum. Gülseren’inde benden farkı yoktu.
Birbirimizi çok sevmiştik. Yapılan tehditlere, konulan yasaklara kulak asmıyordum” dedi. İçinden yutkunmalar, gözünden yaş gelmeye başladı.
Başını usulca öne eğdi. Göz yaşlarını görmemi istemiyor gibiydi. Belli ki anlatırken o günlere gitmişti. Canan’da çok etkilenmiş gibi gözüküyordu. O’da elinde bir mendil gözlerini siliyordu.
3-5 dakika sessiz kaldık. Ardından ben “Canan, bu derin aşkta neler yaşandı. Nasıl sonuçlandı bari sen anlat” dedim.
Canan babasına doğru baktı. Nazif ağabey “olur” der gibi başını salladı.
Canan: Annemin babası Ahmet Karakuyu, Selanik/Kavala mübadili ve namazında niyazında olan biriydi. Az da olsa inatçılığı tutardı. Hacılar Limanında bağ, bahçe, tütün ekim işleriyle uğraşır, hayvancılıkta yaparmış. Evleri, Atatürk Mahallesi eski çarşı içi 115. sokağın başındaki, (Kapanan Afşin Eczanesinin olduğu binaymış.) Hacılar Limanında yaz - kış yaşarlarmış. Foça’daki evi kullanmadıkları için ev boş dururmuş. Bir gün dedeme, deri tüccarı olduğunu söyleyen Yunanlı biri gelmiş.
“Ahmet Efendi deri toplayacağım, evin zaten boş oturmuyorsun, o halde bana kiraya ver” demiş ve dedemi ikna etmiş. Aradan iki - üç gün geçtikten sonra Yunanlı gözden kayıp olmuş. Foça’yı terk etmiş. Dedem durumu öğrenince evin kapısını açmış. Birde ne görsün! Girişte ve tam ortada bulunan zemin taşının yerinde durmadığını, kenara savrulduğunu, taşın altının da çukur olduğunu fark etmiş. Ayrıca etrafta birkaç deri görmüş. Daha sonra öğrenmişler ki, O ev Yunanlının kendi eviymiş. 11 Eylül’de Türk askeri Foça’ya girdiğinde, kaçarken götüremedikleri altınları almak için gelmiş ve dedemi kandırmış.
İşte bu evde, Dedem Ahmet Karakuyu ve Anneannem Hasine elele vermişler, babamın annemle evlenmesine karşı çıkmışlar. Buna mukabil babam ve annem birbirlerine o kadar aşıkmış ki Babam, her şeyi göze alarak sevdiği annemin peşini hiç bırakmamış. Annem Gülseren’i görmek için her defasında cama taş atar, annem kızdıkça “seni almadan şuradan şuraya gitmem” diye tuttururmuş.
Annem Gülseren, “hadi ya git buradan babam gelecek, annem görecek” dedikçe O, başlarmış tepeden tırnağa soyunmaya. Önce gömleğini, sonra atleti çıkarır, ardından da “şimdi inmezsen aşağıya, pantolonumu da çıkaracağım ve Foça’da don ile dolaşacağım” der annemi tehdit edermiş. Annem mahalleye daha fazla rezil olmamak için aşağıya iner, babamla beraber korka korka yanyana yürürmüş. Babam bunu her defasında silah olarak kullanır ve her defasında annemi çaresiz bırakır, kendisiyle beraber herkesin içinde saklana-gizlene yürümesini sağlarmış.
O dönemin Foça’sında bu aşk dilden dile dolaşarak, her hanede konuşulur olmuş. Üç yıl süren tutkulu aşkın sonunda, Annem bir mum gibi erimiş. Dedemle anneannem, bakmışlar ki kızları günden güne zayıflayarak elden gidiyor “Vermezsek ölecek bu kız yahu “ diyerek sonunda babamla evlenmelerine rıza göstermişler. Foça’da yaşanan o dönemin en şiddetli aşkı, 1963 yılında annem ve babamın evlenmeleri ile noktalanmış. 50 yılı birbirine sevgi, saygı şefkat ile tamamladılar ve 50. Evlilik yıllarını 2013’te kutladılar.
Babam, annemi o kadar sever o kadar güvenir ve bir o kadar inanırdı ki, bu sebepten ömründe para ile hiç işi olmadı. Evlendikten sonra da hem denizde hem Gediz ağzında kurduğu dalyanda balık tutmuş. Tuttuğu balıkları Antalya’ya kadar götürüp satarmış. Açık Tarım Cezaevinde ilaçlama, ardından Fransız Tatil Köyünde yıllarca şoför olarak çalışmış. Kazandığı paranın tamamını ay sonunda getirip anneme verirmiş. Evin tüm ihtiyaçlarını annem görürmüş. Hatta babamın da tüm giysilerini annem alırmış.
O yıllarda nerede bir düğün nerede bir sünnet var ise babam oraya ya zenne ya köçek ya da palyaço kıyafetiyle gider düğünleri şenlendirmiştir. Daha de ilginç olanı babamın düğünlerde giydiği kıyafetleri annem hazırlar, giydirir, allayıp, pullar, süsler öyle düğünlere salarmış. Babam, düğünlerin vazgeçilmezi olur, konukları eğlendirirmiş.
İlerleyen yıllarda büyüdükçe ben de gördüm. Babam, anneme karşı duyduğu sevgi, saygı ve içinde yaşattığı aşk ile onun bir dediğini iki etmezdi. Her ne kadar çalışkan, hoşgörülü, sempatik, tatlı dilli biri olsa da, evde bazı şeyler ters gittiğinde, mesela kahvaltı zamanında hazırlanmadığında, ya da bir kusur olduğunda babam, çarpıp kapıyı giderdi. Bir- iki gün sonra yeniden eve döndüğünde, bu defa annem “Bey bey, Allah aşkına madem gidiyorsun, ya hep git ya da gittiğin yeri haber ver, meraktan sabahlara kadar uyuyamıyorum” derdi.
Aslında disiplin sahibi olan babam, bu yanını hayat boyu gizlemeyi bilmiş, şen -şakrak – neşeli- eğlenceli bir insan olarak kendisini topluma kabul ettirmişti. Kubala Mustafa, Beytorun kardeşlerin tamamı, Şeker Reis, Kıtırık Erdoğan, Malak Mustafa gibi, dostlarıyla bir ömür arkadaşlıkları süregelmiştir. Gençlik yıllarında geçimini sağlamak için, hiç iş ayrımı yapmamış olan babam, Fransız Tatil Köyünün açılışıyla birlikte oraya ilk girenlerden olmuştu. Şoför olarak işe başlamıştı. Aynı yıllarda Annem, Foça’lı pek çok bayanın tatil köyünde çalıştığını görünce, “bende orda çalışmak istiyorum” dedi.
Babam, bir sözle annemi tatil köyüne aldırdı. Daha ilk günden tatil köyünün çamaşırhanesinde iş başı yapan annemi gören bir-iki Foçalı bayanın, burun kıvırarak “sende mi buraya geldin Gülseren” dediğini kulağıyla duyan babam, aynı gün annemin kolundan tuttuğu gibi eve getirmiş, “senin çalışıp çalışmayacağın bu kadardı hayatım, sen evimin kadını ol, ben hiçbir şeyini eksik kılmam senin” demişti.
Bu arada Nazif abi sohbete geri döndü ve söz alarak; Tatil köyünden emekli olduktan sonra, 1950’li yıllarında Foça İdman Yurdunda birlikte top oynadığımız, takım arkadaşım Reha Midilli’nin de uzunca bir süre şoförlüğünü yaptım. Reha Midilli ile çalışmak iyiydi, hoştu. Ama onunla çalışmak ciddiyet isterdi. Çünkü Reha Midilli, en ufak bir hatayı affetmeyen tabiata sahipti. Önce kızar, sonrada gönül alırdı. Bu yapısından dolayı elimden geldiği kadar kızdırmamaya çalışırdım.
1963’de evlendikten bir yıl sonra oğlum Can dünyaya geldi. 1 yıl ara ile kızım Canan doğdu. İki tane yavrumuzu, en iyi koşullarda okutmak için büyük çaba sarf ettik. Can ergenlikten gençliğe geçince evlendi. Bu evlilik uzun sürmedi. Ardından boşandı. Bir daha hiç evlenmedi ama bütün sevgisini kız kardeşinin çocuklarına verdi. Onlara abi oldu, dayı oldu, amca oldu, büyük oldu. O da benim gibi tatil köyünde çalıştı. Sonra Reha Midilli’nin yanında girdi. Ardından belediyeye girip emekli oluncaya kadar çalıştı. Kızım, evlenmiş kendi yuvasına kavuşmuştu. Hatırladıkça, gözümün çanağından, hala yaşlar akıyor.
Ben, eşim Gülseren ve Can birlikte yaşıyorduk. 2015 yılında bir hastalıktan dolayı eşim, aşkım, canım, hayat arkadaşım olan Gülseren’imi kaybettim. Benim için çok zor oldu. O gün, bugün yokluğuna alışamadım. Akşamları nefesine, sabahları gülüşüne hasretim. Oğlum Can ile aynı evde yaşamayı devam ettirdik. Can ve ben annemizin ölümünden sonra açılan yaraları sarmaya, annesiz olarak zor olan hayata tutunmaya çalışırken ve sevgili karımın ölümüne henüz daha alışamamıştım. Hal böyleyken, beklenmedik bir anda oğlum Can kalp krizinden öldü. Evim, barkım, dünyam, var olan, olmayan her şeyim başıma yıkıldı. Allah’ım bu ne talihsizliktir. Hayata atılırken de, yaş- baş alıp, ömrümün son günlerine yaklaşırken de, şu yaşadıklarım bitmek bilmeyen zor sınavlarımın devamı mıydı?
“Bir insanın gözlerinin arkasında ne kadar büyük göz yaşı torbası vardır bilemem. Benim göz yaşlarım aylarca aktı.”
Daha halen dinmedi. Hatırladıkça gözümün çanağından hala yaşlar boşalıyor.
Şimdilerde Kızım Canan’ın desteği ile hayata tutunuyorum. Torunlarım Caner ve Cansu damadım
Zafer ziyaretleri aksatmıyor. Varlıklarından güç alıyorum.
Hayata dair geride nasıl ve ne yaşadıysam pek çoğunu hatırlamaz, ama sevgili karımla oğlum Can’ı da unutamaz oldum.
Sebahattin Karaca
YORUMLAR