Sanıyorum 2010 yılıydı. Merhum Reha Midilli tanıştırdı. Tanıştırırken de “Vakfımızın yeni Mütevvelli Heyeti Üyesi diye taktim etmiş, bir başka gün ise “Bak Sebahattin, Recep bey vakfımıza pek çok açıdan fayda sağlayacak, bundan eminim” demişti.
Bu bağlamda mütevelli heyetinde olduğu dönemde değerli katkıları oldu. Foça küçük yer malum. Bu bakımdan 1-2 gün içinde Recep beyle ilgili güzel şeyler duymaya başlamıştım.
Aslen İznik’in Derbent köyündendi. Doğduğu yere ve köklerine sıkı sıkı bağlıydı. Görev için Eğirdir’e gidince, görev aşkının yanısıra Eğirdir’in insanına, gölüne, dağına ve doğasına da gönlünü kaptırdı. Kısa sürede bir Eğirdir aşığı oluverdi. Yılların yılları kovalamasının ardından, bir nedenle geldiği ve gördüğü Foça’yı da, ev alarak Eğirdir’den Foça’ya yerleşecek kadar sevdi.
İznik, Eğirdir, Foça hakkında makaleler ve kitaplar yazdı. O gün-bugündür ne zaman bir araya gelsek İznik’in, Eğirdir’in ve tabii ki Foça’nın başta tarih olmak üzere doğasından, kültürüne; yerel yönetiminden, genel idaresine her şeyi konuşuruz.
Dün de böyle oldu. İşlerimim yoğunluğuna rağmen, uzun süredir göremediğim için Eğirdir’e ya da İznik’e gitmiş olabileceğini düşünüyordum. Böyle bir zamanda işlettiğim otelin önünde oturuyordum. Uzaktan bana doğru geldiğini gördüm. Yerimden kalktım, karşıladım. Her zaman ki gibi onun suyu, benim çayım geldi.
Bir iki sözden sonra;“Sana soracakalarım var dedi” ve devam etti.
Boynu bükük rengi soluk Eğirdir Gölü!
“Eğirdir’den sonra bir ara eşimle birlikte, Atatürk’ün çok sevdiği Yalova’ya gittik. Çevrede çok sayıda Arap vatandaşı vardı. Nedir sence bunun sebebi” dedi.
“Üstadım” dedim, “Arapların mülk edinmelerini kolaylaştıran yasaların çıkmasından sonra, uluslararası emlakçıların da yönlendirmeleri ile önce İstanbul’da, ardından Karadeniz’de ve daha başka yerlerde dur durak bilmeksizin mülk alıyor ve yerleşiyorlar. Yalova güzel ve İstanbul’a çok yakın olduğu içn tercih ediyor olabilirler. Yakında Yalova’lılar azınlığa düşerse şaşmayalım” diye güldük, ağlanacak halimize.
“Eğirdir” dedi. “Dostum Eğirdir’i çok severim bilirsin. Ancak son zamanalarda göldeki su seviyesi 5-6 metre düştü. Gölün etrafındaki kentler çok fazla fazla su çekiyorlar. Başta Isparta olmak üzere Atabey, Senirkent, Gelendost,Yalvaç, Uluborlu kullanım ve sulama suyunu gölden alıyorlar. Buna can da dayanmaz göl de dayanmaz. Eğirdir gölü!de Akşehir ve Eber gölleri gibi kuruyacak diye korkar oldum."
Sen sıkça Avrupa Ülkelerine gidiyorsun. Oralarda da göl kuruması filan var mı? diye sordu. Soruyla beraber yarama tuz bastı. Bastı çünkü bu ve benzer durumlar aslında beni de çok çok ama üzülüyor.
Ben, sadece Avrupa değil gittiğim diğer tüm ülkelerde önce ırmaklara göllere ve doğaya bakarım. Baktıkça, bakasım gelir doyamam.
Yeşil, mavi, iç içe geçmiş dağlar tarlalar ovalar bak bak doyamam. Doğasına bir imrenirim, şehirlerine iki.
Dedim “Hocam, Onlar göllerine, nehirlerine, çaylarına kullanım suyu için dokunmuyor.
Doğanın en değerli ve en güzel parçası olduğu için elleşmiyor, bozmuyorlar.
Yatağını değiştirmiyorlar.
O kültüre erişmişler.
Hatta Tuna gibi nehirlerde bile gemiler ile yolcu ve yük taşıyorlar ama hiç bir şekilde suları kirletmiyorlar.
Pek çok şehirde, su temin ve dağıtım işini bağlayıcı hükümlerle, özel sektöre vermişler.
Suyun kalitesi hükümlere bağlanmış.
Özel firmalar nerede baraj yapar; suyu hangi kalitede ve kesintisiz dağıtır, mucbir sebeplerde ne gibi tedbirler almak zorundadırlar; nasıl tahsilat yapılır, konularında sözleşmeye hükümler koymuşlar, bağlayıcı hüküm maddeleriyle de işi sağlamlaştırmışlar.
Suyu sorun olmaktan çıkarmışlar. Hem de bunu doğayı en yüksek seviyede koruyarak yapmışlar. Öyle o gölden, bu ırmaktan su alıp dağıtmak gibi bir kolaylığına baş vurmadan sorunu çözmüşler.
Bizde Kültür ve Turizm Bakanlığı bile yokken, pek çok ülkede “adam gibi çalışan” Çevre Bakanlıkları vardı.
En ufak proje bile nerdeyse bir asırdır Çevre Müdürlüklerinden geçtikten sonra uygulamaya konuluyor.
Çed raporları yapılacak işe göre değil, talep eden kişiye göre değişiyor.
Onlarca yıl içinde halkını da bilinçlendiren ve doğru çalışan Çevre Bakanlıkları, işte o ülkelerin en önemli bakanlığıdır.
Bizde ise daha 50 yıllık ömrü var, ancak önem bakımından bilmem kaçıncı sırada geliyor.
Gelecek nesillere bedel ödetmek!
Çevre dostu vatandaş deyince aklıma yaşadığım bir anı geldi.
1970’lerde Ankara Otelcilik Okulu’ndan staj ve meslek gelişimi üzerine bir kaç arkadaşla birlikte Almanya’ya gitmiştik.
Staj yaptığımız otelde önceden beri çalışan Sezgin adında bir Türk genci vardı.
Sezgin sevgilisi olan Doris’e doğum günü süprizi yapmak üzere köyün yanı başındaki ormana gitmiş.
Gözüne kestirdiği 60-70 cm uzunluğunda olan bir ağacın filizini köklemiş.
Süpriz yapacak ya!
Kimseye haber vermeden sevgilisi Doris’in evinin bahçesine dikmiş ve oradan uzaklaşmış.
Akşam doğum dünü kutlaması için Doris’in evine geldiğinde; Dorisi’in annesi Wilma, onu kapıda karşılamış ve tahmin ettiği üzere, Sezgin’e “Fidanı sen mi diktin oraya?” diye sormuş.
Sezgin tatlı bir tebessümle, “evet Doris’e süpriz yapmak, Onu ne kadar çok sevdiğimi göstermek için ben diktim” demiş.
Wilmar her ne kadar gelişmeden pek hoşlanmasa da kızgınlığını gizleyerek, “olmadı Sezgin, o fidanı ait olduğu yere götür ve tekrar oraya dik. Herkes senin gibi yaparsa 10-15 sene sonra orman diye bir şey kalmaz. Bu eylemle doğanın dengesini değiştirmek için ilk adımı atmış olursun. Dönerken de istersen tek bir gül al getir. O tek gül daha müteber olur” demiş.
Kıssadan hisse doğanın dengesini hangi yolla veya şekilde olursa olsun bozmak, doğaya zarar vermek, en hafif tabirle yanlıştır. Doğanın kıymetini bilmeyen günümüz insanı, bedelini kendinden sonra gelen nesillere ödetir. Başka Türkiye yok. Lütfen bizden sonraki nesillere bedel ödetmeyelim.
Sebahattin Karaca
YORUMLAR