Hani şu Ayten Alpman’nın "Havasına Suyuna…" diye başlayan "Bir Başkadır Benim Memleketim" ezgisi var ya...
Mafyasıyla, medyasıyla, siyaset esnafıyla bir defa daha "Bir Başkadır" olduğunu gözümüze soka soka gösterdiler.
Tabii ki görünenler buzdağı misali, toplam kütlenin dokuzda biri.
Görünmeyen kısımları da sizin hayal gücünüze emanet ediyorum.
80'li 90'lı yıllarda tarafsız medya, temiz toplum, demokrasi gibi kavramlar ana akım medyadan sorulurdu. Yani biraz "kümese tilkiyi müdür tayin etme durumu" hasıl olmuştu.
Adaleti, polisi, siyaseti medya manipüle etti ve nihayetinde bugünlere gelindi.
Aslında o günlerde ekilen tohumlar, bugünlere (85 milyon nüfusa) zehirli meyve olarak geri dönmüş bulunuyor. Artık Yerseniz...
Geçmişin gözlemcisi olarak, bundan tam 14 sene önce "gazetecin serveti" konusunda bir analiz yazmışım.
Evet, 14 yıl önce yazdığım yazımı izninizle tekrar paylaşmak istiyorum sizlerle.
Hem de o gün üzerinde hiç durulmadığını bildiğim, hatta bugün de dikkate alınmayacağını çok iyi bildiğim halde paylaşmak istiyorum.
Varsın üzerinde durulmasın, biz insanlık görevimizi hatırlatma olarak yapalım da gerisi vatandaşa kalmış...
Ha! Son bir not da başlıkla ilgili...
Ben dahil bir çoğumuzu, özellikle uzak diyarlarda yaşayanları havaya sokan o melodi var ya: "Bir başkadır benim memleketim..." İşte bu ezgi 200 yıllık bir Yahudi türküsüdür.
Anlayacağınız birçok konuda olduğu gibi, o ezgi de bir alıntılama ürünüdür.
İşte size medyanın gücü! Sanırsın özgün...
Neyse, lafı çok da fazla uzatmaya gerek yok!
14 yıl önce "Gazetecinin serveti nedir, nasıl açıklanır?" başlığı altında kaleme aldığım yazımı, buyurun birlikte tekrar okuyalım:
Değerli bir medya mensubu bu konuda bir yazı yazdı. Yazının konusu kaşarlanmış bir köşe yazarı ile ‘sucuk gibi ıslanmış’ bir belediyecinin TV’de kapışması. Tipik ‘Törkiş’ bir durum. Yani sizin anlayacağınız tam ‘yengen’ ortam...
Değerli köşe yazarının sentezi, gazetecinin servetini açıklama zorunluluğunun olmaması. Medeni ülkelerde ise gazetecinin servet beyanı yapmasının zorunlu olduğu doğrultusunda-ki tamamen katılıyorum kendisine-
Gazeteci, (modern tanımı ile medya mensubu diyelim) demokrasinin sigortasıdır.
Dahası, gazeteci bağımsızdır, etiktir ve Batı’da ’watch dog’ olarak tanımlanan ’bekçi-gardiyan’ bir kurumun üyesidir.
Ancak burası Türkiye ve medya mensubu da duruma göre her pozisyonda oynayan bir oyuncudur. Tıpkı mahalle maçı gibi. Ne sahanın sınırları ne futbolcuların mevkii ne de maçın skoru bellidir.
Bir ekleme daha yapmak istiyorum: Burada işaret ettiğim, büyük medya mensuplarıdır.
Marjinal medya konumuzun dışındadır. Türkiye'de marjinal medyada, 2 bin adet satan gazete, 500 adet satan dergi, 100 kişinin okuduğu sitelerde medyacılık oynayanlar zaten. (Ayrı bir yazı konusudur.)
Onların yaptığı plastik gazetecilik genelde ideolojik değildir, olsa olsa psikopatlıktır.
Türkiye'de "büyük medya" sermaye birikim aracıdır.
Medya patronları, ekonominin kontrolünü elinde tutan hükümet ve bürokrasi ile iyi ilişkiler içinde olmak zorundadırlar.
Patronun işlerini Ankara’da takip eden medya mensubu da boğazına kadar akçeli işlerin içindedir.
Bu işler atlı karınca gibi dönerken konunun içinde olan medya mensubunun da bir ’pamuk helva’ kapması dayanılmazdır. Küçük bir çocuğun ellerini pembe şekere uzatması kadar doğaldır.
Binilen salıncağın büyüklüğüne göre pamuk helvanın büyüklüğü değişir: Bazen bir otomobil, bazen ufak bir tekne, bazen mükellef bir villa, bazen de bedavadan bir yurt dışı gezisi...
Medya/basın yayın kendi içinde karlı bir sektör değildir.
İşlerin yürümesi ve faaliyetlerin devamı için iki alternatif vardır: Ya medya patronu olarak devletle karlı işlere girerek zarar eden medya sektörünü çapraz sübvanse etmek, ya da devletle karlı fakat gölgeli iş yapan birisi olarak medya patronu zırhına bürünmek.
Her iki konum da medya patronunu politikacı ile iş birliğine yöneltir. (Medya ve politikacı Anonim Şirketi.)
Bu iş birliğinin en güzel örneği, geçmişte Sabah gazetesinin patronu Dinc Bilgin ve Demirel’in kamu bankalarından sorumlu Devlet Bakanı Cavit Çağlar arasında yaşanmış ve 600 milyon dolarcık bir paranın buharlaşmasına yol açmıştır.
Bütün bu mekanizmaların içinde çark, vida ve çivi olarak yer alan gazeteciler, program yapımcıları, Ankara temsilcileri sermaye birikim savaşının içindedir. Hem kan alır hem kan verirler.
Sermaye birikim paylaşımı sadece medya için değil, politikacı için de geçerlidir.
Türkiye’de politika da tıpkı medya gibi bir sermaye birikim aracı olarak kullanılmaktadır.
Sermaye birikim savaşları politikacıları, adalet mekanizması, silahlı kuvvetleri, bürokrasisi ve medyası ile herkesin her konuda konuştuğu ve eylem yaptığı kaos ortamında medya mensuplarının hak etmedikleri önemi kazanması doğaldır.
Eğer büyük medya ile hükümet arasında sürtüşme yoksa paylaşım uyum içinde olur.
Eğer sürtünme varsa ve sermaye birikimi ‘adil’ dağıtılmıyorsa savaşlar başlar.
Savaşlar manşetlerde, kararnamelerde ve sansasyonel TV programlarında ortaya çıkar.
Belli programların yayınlanması veya yayınlanmaması tarifeye tabidir.
Bunu bütün medya mensupları bilir ama ’katır katırı öpmez’ prensibi geçerlidir.
Sonuç olarak, varoşlardaki lümpenlerin sandıkta belirmesi ile ortaya çıkan demokrasi tablosunda sadece tellaklar değişir ama hamam ve tas aynı kalır.
Gazeteci Kanun Önünde Farklı mıdır?
Benim bildiğim kadarı ile gazeteciler telif hakkı rezaleti ile aldıkları ücretler konusunda vergi ödemezler veya daha az vergi öderler.
Hergün köşesinde fazla zahmet etmeden yazdığı "laga luga hikayeleri" örneğin bir Orhan Pamuk'un yazdığı eserle bir tutulan gazeteci telif hakkı adı altında gelir vergisi ödenmemektedir. Ve Türkiye Cumhuriyeti'nde hiç kimse korkudan bu konuya değinememektedir. Çünkü silahlar, pardon manşetler, makaleler ve kameralar onu anında linç eder.
Sözün özü: Gazetecilik Türkiye gibi bir ülkede sermaye birikimi aracıdır ve her gazeteci servet bildirimi yapmak zorundadır. 01 Nisan 2007 / Engin Civan
YORUMLAR