Erol Maraşlı - 1954 seçimlerinden bu yana tüm seçimleri yaşadım: seçmenliğe hak kazandığım 1965 seçimlerinde asker olduğum için oy kullanamadığımı ama ilk oyumu 1969 yılında kullandığımı geçen yazımda anlatmıştım.
O yıllarda aday adaylarının; aday gösterilmeyince, başka partinin kapısını çaldığını hiç görmemiştim. Siyasetçilerin adayın belgelerini seçim kuruluna “geç verme ya da hiç vermemelerinin” ilk örneğin 1994 yılında tanık olmuştum.
İşte o sene hiç aklımda yokken, bir toplantıda mensup olduğum partinin il başkanını beni merkez ilçenin adayı olarak ilan etmesinden sonra kendimi belediye başkan adayı olarak gördüm.
Kolları sıvadık; imkânsızlıklara rağmen kurduğum ekibim ile canla başla çalışmaya başladım. Türkiye’de ilk kez seçim otobüsüne sahip olan parti bizim partiydi. İl başkanlığının satın aldığı seçim otobüsü vardı. Hatta zaman zaman Genel Merkezimiz otobüsü Ankara ve başka illere de taşırdı.
Gün geldi adaylık başvuru sürecinin son günlerine. İlçe başkanımız benim ve meclis üyelerinin belgelerini, birkaç gün önce götürüp ilçe seçim kuruluna teslim etti. Son gün saat 15.oo sıralarında bir aksaklık olmasın diye ilçe seçim kuruluna giderek evrakımın teslim edilmiş olduğunu gördüm ve tekrar alındı belgesi istedim, verdiler.
Ve o gün YSK tarafından son başvuru için ilan edilen sürenin dolmasıyla adaylıklar kesinleşmiş oldu.
Ertesi günü bir garabet yaşandı: partimizin Büyükşehir Belediye Başkan adayının başvurusunun kabul edilmediği il başkanımız tarafından ilan edildi.
Niçin? Hangi gerekçeyle olduğu nedense açıklanmadı.
Büyükşehir Belediye Başkan adayımız da ne hikmetse seçim bürosu tutmadığında benim merkez seçim bürosunun bir odası ile birlikte semtlerde açtığım on büroyu da beraber kullanıyorduk.
Yine öyle bir gariplik ki Genel Merkezimiz de Büyükşehir adaylığında yaşanana karşı lakayttı ve de duyarsızdı. Yüksek seçim kuruluna itiraz bile etmediler.
Bu olay seçmenlerimiz arasında şok yarattı ama diğer ilçelerimizdeki adaylarımızla beraber Ramazan ayı olmasına ve Mart soğuğuna rağmen, oruçlu olarak sahura kadar propaganda çalışmalarımızı inat ve azimle yürütüyorduk. Bu kararı kabullenememiştik.
Ayrıca ne ilçe teşkilatından ne de il başkanlığından maddi yardım alamadığımız gibi; bize otobüs verilmiyor ve toplantılarımıza katılmıyorlardı.
Gün geldi; seçimler yapıldı: büyükşehir adayımız seçime katılamadığı için bizim bazı seçmenimiz sandığa gittiğinde büyükşehir adalığı için oyunu kullanmazken, büyük bir bölümü ise daha önceleri ANAVATAN Partisinden belediye başkanı olmuş, bu seçimlerde de DYP’den aday olan şahsa oylarını verdiler az bir oy farkıyla bu muhterem yeni partisinden tekrar Belediye Başkanı seçilebildi. Bizim adayımız seçimlere girseydi; bu muhteremin tekrar seçilmesi söz konusu bile olmazdı.
Peki olay nasıl kurgulanmıştı?
Gazetecilik mesleğinin verdiği şüphecilikle olayı araştırmaya karar verdim.
Büyükşehir Belediye Başkanı olan zat; yaptırdığı kamuoyu araştırmasıyla yapılacak seçimde seçilmesinin, mümkün olmadığını görünce arayışlara girer. Büyükşehir belediyesinde çalışan ve partimize gönül vermiş, kendisine yakın, makam ikram ettiği kadroyu harekete geçirerek partimizin il başkanı ile görüşürler. İl başkanımız konuyu Genel Başkanımıza götürür ve karşı partinin Genel Başkanı ve aynı zamanda Başbakan olan hanımla İstanbul Orduevinde görüşerek partimizin Büyükşehirde aday göstermemesinde mutabık kalırlar.
Ondan sonrası sıra parti tabanımızın ikna edilmesi söz konusudur. Bu da kolayca icra edilir: sessiz ve sedasız… Hâkim sol görüşlü olduğu için başvuruyu kabul etmemiş MİŞ.
Ben de çalışmamda İl seçim kurulu başkanlığı yapan hakiminin evine giderek olayı deştim: bana anlattığı şunlardı; başvuru saatinin dolmasından iki saat sonra il yönetimimizden birisi hâkimin yanına giderek “evrakları almasını, almadığı takdirde genel başkanımıza bu geç kalmayı anlatamadığımız gibi toplumda da şaibelere yol açmaması için evrakları alması” için yalvarır.
Hâkim bey de “Alırım ama seçime katılmazsınız” der ve dilekçeyi alır. Yasaya uyulmadığı için adaylık kabul edilmez.
Ne şiş yanar kebap. Zevahir kurtarılmıştır.
Ne için? Olayın perde arkasını da yazdığım bir kitapta anlatacağım.
Olan bana olmuştu: seçim sırasında borçlandığım için arabamı satmak zorunda kaldım.
***
Gelelim Mersin de ki İYİ Parti adayı, daha önce de Belediye Başkanı olan Burhanettin Kocamaz’ın adaylığı konusuna; orada ki olayda, bizim yaşadığımızın bir benzeri.
Neresinden bakarsanız bakın; olay bir satma işi gibi gözüküyor…
- Adaylık başvurusu yasal süre içinde bilerek yapılmadığı konusunda iddialar var. Olabilir! O zaman, başka bir partinin adayı lehine il başkanının bir satışımı var?
- Partinin yetkilileri neden aynı gün içinde erken saatlerde başvurunun yapılıp yapılmadığını kontrol etmemişler? İl başkanına ulaşılmamış, adam telefonu kapatıp toz olmuş olabilir: ulaşamadıysanız neden başka bir yetkiliyi devreye sokmadınız?
- Sayın Kocamaz; kendi adaylık başvurusunun akıbetini saat be saat takip etmeyişi, kendi kusur değil mi? Böyle önemli bir konu nasıl ihmâl edilir? İl başkanı bunu kumpası yapmışsa, Kocamaz da şunu yapamaz mıydı? Partisinin il yönetiminden yahut belediyedeki ekibinden birisini veya bir yakınını erken bir saat içinde seçim kuruluna göndererek, kumpası öğrenemez miydi? Eğer bunlar yapılsaydı bu satış akim kalırdı. Olay; aymazlık yapılmayıp da erken saatte tespit edilseydi; genel merkez özel bir uçakla acilen Mersin’e bir yetkili gönderip meseleye el koyabilirdi.
- Eğer bu iş satış değilse; aymazlıktır. Ama sanmıyorum.
- Bu olay AK Partide yaşansaydı/yaşanması mümkün değil/ Tayyip bey tepeden tırnağa bunun faturasını öyle bir sorardı ki… herkes de şaşıp kalırdı…
YORUMLAR