Bir zamanlar Kırıkkale'deki cephane fabrikasında meydana gelen patlama, gazetelerin manşetlerinden düşmeyen "neden önlem alınmadığı" sorusuyla gündeme gelirken, Süleyman Demirel, kendi üslubuyla olayı değerlendirir: "Kimin aklına gelirdi patlayacağı?"
Komiklik olsun da gülelim, diye hatırlatmıyorum bu anekdotu.
Demirel’in yaptığı bu değerlendirmenin üzerinden on yıllar geçti.
Peki, siyasetçisinden vatandaşına, toplumsal reaksiyonlarımızda bir değişim veya gelişim var mı?
Evet, bir zamanlar Demirel gibi olumsuzlukları kendi zaviyesinden mizahi bir üslupla yorumlayan siyasetçiler vardı.
Bugün de vuku bulan her felaket karşısında birbirini suçlamakla yetinen siyasetçiler var.
SANAL DÜNYA VE GERÇEK SORUMLULUK
Deprem, yangın, sel ve heyelan başta olmak üzere yaşanan tüm afetler sonrasında; sosyal medyada dramatik paylaşımlara, önemli isimlerden duygu yüklü konuşmalara ve hesap soracağının sözünü veren siyasetçilere şahit oluyoruz genelde.
Ne var ki günün sonunda mevcut düzenimize kaldığımız yerden devam ediyor ve yeni bir felaket gerçekleşene kadar da filanca siyasetçinin yüzüğündeki amblemin manası veya CHP’den kimin cumhurbaşkanı adayı olacağı gibi suni gündemlerin peşine takılmaktan geri kalmıyoruz.
Sosyal medya üzerinden gerçekten üzüntüsünü paylaşanları tenzih ediyorum! Fakat beğeni ve yorum aşkına sosyal medyadan duyar kasıp gündemden beslenenler de yok değil.
Bir de sosyal medyada “Yaşanan şu felaketten dolayı şunu ve şunları kınıyorum!” şeklinde paylaşımlar yapmakla vatandaşlık görevini, yani sorumluluğunu yerine getirdiğine inananlar var ki, insanın kendi kendini kandırması gibi bir şey olsa gerektir bu.
“Başka ne yapılabilir ki?” diye sorabilirsiniz!
Geçtiğimiz günlerde Facebook’taki reels videolarında, Habertürk’ten Mehmet Akif Ersoy’un bir konuşmasına denk geldim. "Herkes gücü kadar zulmeder” diyen Ersoy, taksici ile yolsuzluk üzerine yaptığı bir diyaloğu şöyle anlatıyor:
“Taksiye biniyorum, taksici bana 'Filanca siyasetçi yolsuzluk yapmış, milyonlarca lira çalmış' diyor. 'Öyle mi yapmış?' diye soruyorum. Sonra ona dönüp, 'Sen taksimetreyle oynadın mı hiç?' diyorum. 'Turist gezdirirken böyle bir şey yaptın mı?' Taksici, 'Bizim üç kuruş ekmek paramız' diye savunmaya geçiyor. Ama sonuçta sen ne kadar çalabiliyorsun? 5 lira mı? O 5 milyon çalabiliyor diye, bu seni ondan daha iyi yapmaz."
Yine geçtiğimiz günlerde, memleketim Foça’da, Belediye Başkanı Saniye Hanım, sahil şeridi üzerindeki masa ve sandalye işgallerine son verince, sosyal medyada (haklı olarak) adeta bayram eden hemşerilerim olmuştu. Foça’nın sivri dilli simalarından Birtan İskit abimiz de bahsettiğim cenaha işaret ederek bir yazı kaleme almıştı. Kendi mülklerinde imar kanuna riayet etmeyen, ama günün sonunda masa-sandalye işgalinin sona ermesine sevinenlerin çelişkili davranışlarını değerlendiren Birtan İskit “İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır” atasözünü de atıfta bulunmuştu.
Kıssadan hisse…
İşte “Başka ne yapılabilir ki?” sorusunun yanıtı da tam olarak budur.
“Sosyal medyada paylaşım yapmakla hiçbir şeyi değiştiremezsiniz” denildiğinde, ne yazık ki genelde şöyle bir karşılık veriliyor: “Ne yapalım, sokağa mı inelim…”
Evet, maalesef ki böylesine dar kalıplara hapsedilmiş bir anlayışa sahip olanlarımız da var toplumda!
Halbuki bir ülkeyi ve toplumu değiştirebilmenin temel kuralı, bireyin kendini değiştirebilmesi ve çocuklarını da aynı duyarlılıkta yetiştirebilmesidir.
“Herkes kendi evinin önünü süpürse her yer temiz kalır” misali…
Daha açık bir ifadeyle, herkes değişim istiyor ama kimse de kendini değiştirmek istemiyor!
Tabii özellikle gelenekçi toplumlarda, bireyin temel değerlerini ve inançlarını şekillendiren aile kültürüne ait bazı yaklaşımlardan arınması da pek kolay olmuyor.
Kendimden yola çıkıyorum: Rahmetli ninem, yaşanılan her faciayı “Beterin beteri var! Buna da şükür” kabilinden mukabele ederdi.
Dini açıdan “olması gereken” bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir, ama tamamıyla kaderciliğe sığınmak yerine, aynı inancın “İlim Çin'de bile olsa gidip onu alınız” diye telkinde bulunduğunu da unutmadan “Tedbir bizden takdir Allah’tan” şiarıyla yaşamak değil midir olması gereken?
TOPLUMSAL VURDUMDUYMAZLIK VE KORKUSUZCA YAŞAMA EĞİLİMİ
En çok merak ettiğim konulardan biri de acaba yeryüzünde bizim toplum kadar “Bir şey olmaz, hiçbir şeycik olmaz!” eğiliminde olan başka bir toplum daha var mıdır?
Sosyal medya hayatımıza girmeden önce, özel TV kanallarıyla tanıştığımız ilk yıllarda, şimdilerde pek bir moda olan sosyal deneyler, o yıllarda televizyoncular tarafından yapılırdı.
O deneylerden biri de o döneme damga vurmuştu. Günümüz deyimiyle “eskort” kılığına girip otobana çıkan kadınlar, durup kendilerini aracına davet eden sürücülere “AIDS hastası” olduklarını söylediklerinde, genel olarak şu cevabı almışlardı: “Atın ölümü arpadan olsun…”
Yaklaşık 30 yıl önce, endüstriyel balıkçılık yaptığım dönemde, Foça Limanı’ndan çıkıp Mersin ilinin sınırında yer alan Anamur’un Gazipaşa Limanı’na kadar gitmiştik. Teknemiz son derece yaşlı ve yorgun bir tekneydi. Akdeniz’in göbeğine fırtınaya yakalanmıştık. Hayatı çok da ciddiye almayan bir kaptanımız vardı. Kendisine “bu canlı cenazeyle limana ulaşabilirsek ne ala…” dediğimde, bana şöyle demişti: “Eğri gemi, doğru sefer…”
Frenleri zayıf olan bir arabayla “Gideriz evvel Allah” diyerek yola çıkanlar…
Kask takmadan motosiklete binenler…
Yine zararlı hatta ölümcül olduğunu bile bile önüne geleni yiyip içenler…
Ve tüm olumsuzlukları “Abi, olacağı varsa her türlü olur! Şurada yürürken ayağın takılır, kafan yere çarpar ve ölürsün. Bunun içindir ki korkmadan yaşamak lazım…” şeklinde veya benzeri yaklaşımlarla mukabele etmek….
Bunlar bu satırları yazarken aklıma gelenler.
Adına ister “cahil cesareti” deyin ister “bilinçsizlik, vurdumduymazlık” veya “böyle gelmiş böyle gider zihniyeti” deyin.
Öte yandan bu ülkede ne yazık ki “bile bile lades” misali yaşamak zorunda olan insanlar da var elbet.
Örnek vermek gerekirse…
Maddi imkanları izin vermediği için, olası güçlü bir depremde yıkılma/çökme riski olan yaşlı binalarda ikamet etmek zorunda kalanlar da yok mu bu ülkede?
Yukarıda verdiğim örnekler üzerinden yola çıkarak söylüyorum!
30 yıl önce Akdeniz’in göbeğinde seyir ettiğimiz o hurda tekne bugün olsaydı, limandan burnumuzu dışarı çıkaramazdık! Çünkü denizcilik gibi “evrensel” olan hiçbir şeyin çağ dışı kalma gibi bir lüksü yok! Öyle ki Türkiye'nin taraf olduğu IMO Sözleşmeleri gereği, artık mevzuata uygun olmayan bir tekneyle denize açılmanız mümkün değil.
Bir zamanlar otomobillerimizi vizesi, usulen yani kâğıt üzerinde yapılıyordu. Günümüzde ise TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları sayesinde “standartlara uygun olmayan” bir otomobile vize almanız da mümkün değil.
Örnekler çoğaltılabilir!
Diyeceğim o ki hayatın birçok alanında, uluslararası kriterler gereklilik olarak kabul ediliyor. Ancak günün sonunda “Ankara Kriterleri”ne dayanarak hareket etmek de arzu edilen sonuçları sağlamıyor gibi.
Daha da açık ifade edelim: Depreme dayanıksız binalardan, can güvenliği yetersiz olan tesislere… İzin, ruhsat ve denetim sürecini tayin edenlerin veya karar merci noktasında olanların siyasetle ilişkisi olduğu sürece, zafiyetler de kaçınılmaz olmaya devam edecektir.
Bunun içindir ki denetleyeni de denetleyenlerin olması gerekir.
Yukarıda altını çizdiğim gibi, denizde can ve mal güvenliğini tehdit edebilecek bir gemi inşa edebilmemizin mümkün olmadığı gibi, aynı şekilde barınma veya ticari amaçlı bir binayı da kitabına uydurmak suretiyle inşa edemememiz gerekir.
Bu noktada, futbol kamuoyunda tartışılan “yabancı hakem” konusu da aslında önemli bir örnek olsa gerektir.
Son olarak…
Evet, “bana/bize bir şey olmaz” diyerek hayatını riske ederek yaşayabilenlerin de yaşadığı bir ülkedeyiz!
Yani korkusuzca yaşayabilen insanlar var!
Ama ne yalan söyleyeyim ki korkarak yaşayanlardan biriyim.
Örneklemek gerekirse…
Yağmur yağdığında sokakta yürürken su birikintisine basıp da elektrik akımına kapılmaktan korkuyorum.
Trafikte incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebepten dolayı kurşunlanmaktan korkuyorum!
Güvenlik zafiyeti olan bir binada, yangına veya depreme yakalanmaktan korkuyorum.
Türkiye’den Avrupa ülkelerine ihraç edilen, ama gıda güvenliği nedeniyle sınırdan geri dönen herhangi bir ürünün devamını tüketmekten korkuyorum.
Uzatmayayım, daha nice korkulara sahip olmakla birlikte dünyanın gündeminde olan yapay zekayı konuşmak yerine bunları konuşmaktan duyduğum üzüntüyü de belirtmek isterim.
HASAN ESER
YORUMLAR