Hasan Eser / 18 Ağustos 2016 -
Çözüm süreci günleriydi.
Her şey çok güzeldi.
Silahlar susmuş, dağlardan kurşun sesleri yerine kuş sesleri yükselmeye başlamıştı.
Akan kan durmuştu, yüreklerimize kor düşmüyor, artık analar ağlamıyordu.
Özlenen barış tesis edilmişti.
Süreç kısa sürede meyvelerini vermiş, müreffeh bir Türkiye ortaya çıkmıştı.
Öyle ki Güneydoğu bölgemiz bile turizmden pay almaya başlamıştı.
Doğu illerimizden batıya göç durmuş, hatta geriye dönüşler gözlemleniyordu.
O dönem ülkemiz genelinde hemen her günü bayram havasında yaşamaya başladık.
Yerel yönetimlerce yapılan uluslararası festivaller, kültürel şenlikler ve geleneksel panayırlar renk katıyordu benim güzel ülkeme…
Ekonomiye de olumlu yansıyan bu neşeli günler, sanatçısından tutunda ayakkabı boyacısına varıncaya kadar ticaret ile uğraşan hemen herkesi kalkındırmıştı.
Mutlu tablo, siyasete de yansımıştı.
Terör örgütü ile organik bağı olduğu iddia edilen ve Kürt milliyetçiliğini savunan HDP, ilk defa toplumun her kesiminden destek görerek, 7 Haziran seçimlerinde yüzde 10 barajını çok rahat bir şekilde aşmıştı.
Ama...
Güzel günler fazla uzun sürmedi.
HDP, kendisine verilen desteği suiistimal etti.
Öcalan, örgüte sözünü geçiremedi.
Güya özgürlük, demokrasi ve insan hakları hareketi olduklarını savunan PKK’nın gerçek kimliği bir kez daha ortaya çıktı.
Kürt halkının hakları için savaştığını iddia eden teröristler, Türklüğün son bağımsız kalesi olan Türkiye'yi tarih sahnesinden silmek isteyen dış mihrakların hizmetkârları olduklarını tescilledi.
Gerek çözüm sürecinde, gerekse sürecin öncesinde ve sonrasında sayısız analiz yapıldı.
PKK ile tek yumurta ikizi olan Fethullahçı Terör Örgütü’nün 15 Temmuz kanlı darbe girişimi; geçen yıl fırtına öncesi sessizliği andıran pembe sürecin altında yatan asıl gerçeği daha anlaşılır kıldı.
Biz bir tarafta ülkemize barışın hakim olmasına sevinirken, daha doğrusu bize rehavet pompalanırken, diğer tarafta üst aklın gayri meşru çocukları el altından Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmaya yönelik kirli planlarını hazırladı.
15 Temmuz öncesinde eylemlerini kesen terör örgütü PKK’nın verdiği ‘darbe molası’ FETÖ ile olan ittifakını kanıtladı.
Darbe girişiminin başarısız olmasıyla firar eden FetÖCÜ askerlerin soluğu PKK’nın kucağında alması da bu tespitimizi güçlendirdi.
Malumunuz on yıllarca ‘PKK nasıl oluyor da bitirilemiyor?’ sorusuna yanıt aradık.
Artık bu soruya cevap aramaya gerek yok. Zira terör ile mücadelede görevlendirilen askerlerimizin FetÖCÜ olduklarının ortaya çıkması, yanıt aradığımız sorunun en müspet cevabıdır.
Dolayısıyla anlatmak istediğim bu saatten sonra PKK’yı FETÖ’den ayırmamalıyız ki, ülkesinin güvenliğine el koyan necip Türk milleti de ayırmayacaktır.
İşte bu noktada tehlike söz konusudur.
Anlatayım.
Elazığ Emniyet Müdürlüğü'ne bombalı araçla yapılan hain saldırıdan anlaşılacağı üzere, sahne sırası yeniden PKK’ya geldi.
FetÖCÜ’lerin tarumar edilmesinin ardından, diğer gücü PKK’yı yeniden sahaya süren üst akılın şimdiki amacı; 15 Temmuz sürecinde 250’ye yakın şehit vererek sinir uçları zaten yeterince hassaslaşmış olan Türk halkını harekete geçirerek, olası bir iç savaşın fitilini ateşlemek.
Daha açık anlatmamız gerekirse, “Siz, üzerinize tanklarla gelen FetÖCÜ’leri bile perişan ettiniz. Şimdi sıra Kürtler'de haydi kahraman Türkler bir kez daha sokağa…” algısı bilinçli bir algı operasyonuyla zihinlere yerleştirilmek isteniyor.
Ama Türk halkı bu oyuna gelmeyecektir. Zira bizim Kürt kardeşlerimizle bir alıp veremediğimiz yok!
Kaldı ki 15 Temmuz gecesi bizimle birlikte sokağa inen ve kendi şehirlerinde günlerce demokrasi nöbeti tutan Kürt vatandaşlarımız, ne PKK’nın ne de HDP’nin Kürt halkını temsil ettiğini kabul görmüyor.
Öte yandan tıpkı FETÖ gibi üst akıl adına vekâlet savaşı yürüten PKK’da, eskisine göre, Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşıyan militan sayısının azaldığı bilgileri geliyor. PKK, artık Ortadoğu’dan getirdiği paralı militanlarını savaştırıyor.
Buradan gelmek istediğim nokta şudur:
Devlet, FETÖ ile verdiği başarılı mücadelenin aynısını, hatta daha fazlasını PKK’ya karşıda vermelidir.
Bu mücadele dağı taşı bombalamakla olmuyor. Olmadığı da ortada…
Bunun içindir ki kültürel, siyasal ve sosyal alanlarda da terörizmle mücadele edilmelidir.
Farklı siyasi görüşlerden beş milyon insanı İstanbul Yenikapı’da bir araya getiren Milli İrade mitingine HDP’yi haklı olarak çağıramıyorsak, onlar da gelemiyorlarsa demek ki o sözde Parti’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde işi yoktur!
Devlet, işe HDP’yi ve onun milletvekillerini TBMM’den tasfiye etmekle başlamalıdır.
15 Temmuz kanlı darbe girişimi, Atatürk devrimlerinin ülkemiz açısından olmazsa olmaz olduğunu bir kez daha kanıtladığı gibi, terör örgütü ile organik bağı olduğu iddia edilen bir siyasi partinin de TBMM’de olmaması gerektiği er ya da geç kanıtlanacaktır.
Bu sözlerimden dolayı beni demokrasi karşıtı olmakla itham edenler olacaktır elbet.
Kusura bakmayın ama demokrasi kisvesi altında anayasal düzene ihanetin bahanesi olmaz.
Ne diyor Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: Ya FETÖ ya da biz…
Aynı sözü PKK ve onun destekçileri içinde söylemeliyiz. Buna göre de herkes tercihini yapmalıdır, yapmak zorundadır.
FETÖ ile ilişkisi olduğu tespit edilen binlerce insanın derdest edildiği gibi, PKK’ya yardım ve yataklık yaptığı belirlenenler de tek tek toplanmalıdır. Gerekirse Beyaz Toroslar da yeniden devreye girmelidir.
Bilindiği üzere 15 Temmuz sonrasında, FETÖ’ye yıllarca finansal destek veren çok sayıda iş adamı çıktı ortaya.
O zaman ne malum ülkemde PKK’ya yardım eden iş adamlarının da olmadığı?
Hiç kimse bana martaval okumasın. Ülkemiz 15 Temmuz itibari ile bir savaş sürecine girmiştir.
Bu bir savaş halidir. 15 Temmuz’da bertaraf edilen düşman, üzerimize bugün Elazığ’da olduğu gibi yeniden gelecektir.
İlk günden beri desteklediğim OHAL kapsamında FETÖ ve PKK ile mücadele dosyası birleştirilmelidir.
“Aman kurunun yanında yaş da yanmasın, Avrupa’nın gözünden düşmeyelim, özgürlükçü olalım, ırkçı davranmayalım” düşüncesiyle hareket ettiğimiz sürece mikrobun kökünü zinhar kurutamayız.
Eğer acırsak, acınacak hale düşebiliriz.
Kaldı ki Fethullah Gülen ile PKK’nın yönetim kadrolarının tamamının birer zavallı maşa olduklarını düşünürsek, karşımızdaki düşmanın aslında ne kadar güçlü olduğunu idrak edebiliriz.
Yineliyorum: mücadele kültürel, siyasal ve sosyal çerçevede yapılmalıdır. Tıpkı bir zamanlar Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi…
YORUMLAR