‘Konjonktürel siyaset anlayışı’ bizim genetik kodlarımızda mı var?
Bir günde 4 mevsimi yaşayan coğrafyanın iklimi gibiyiz.
Avukat Sercan Ergen’in “(…) hem Atatürkçü hem sosyalist, Deniz Gezmiş’i övüyor fakat Kürt hareketine karşı ve aynı zamanda da milliyetçi, ama son genel seçimde HDP’ye oy vermiş aynı zamanda da sıkı CHP’li…” şeklindeki tanımı, belki de aysbergin sadece görünen yüzü.
Birbiriyle çelişen önermeler, girdiği kabın şeklini alan düşünceler, içi boşaltılan kavramlar, anlam kaybına uğratılan değerler ve çürümeye terk edilen ideoloji/teoriler.
Parti içi demokrasi, çoğulculuk, temsilde adalet, seçilenlerde liyakat ve yönetimde şeffaflık gibi temel gereksinimlerin deformasyona uğradığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Peki, bu eğilimler neden yaygınlaşıyor?
Her geçen yıl biraz daha yaygınlık kazanan pragmatist siyaset biçiminin yan etkileri olabilir mi?
Amma velakin...
Nedenselliklerden ziyade sonuçlar ile ilgilenen pragmatizmin hiç olmasa etkili, ikna edici ve açıklanabilir bir tarafı var.
Sanırım bizim en büyük sorunumuz; yükselişi önlenemeyen oportünizm akımı…
Demokrasi için ‘gerek şart’ olanların ‘yeter şart’ olarak görülmesi,
ideolojik eksen kaymaları, söylemiyle çelişen eylemler, siyasi çizgiden sapmalar ve giderek iki ana kutuba hapsedilen siyaset anlayışı, oportünizmi teşvik ediyor olabilir mi?
“Biz ve onlar” üzerine kurulan bir siyasi denklemde; “Bizim kötümüz, sizin kötünüzden iyidir” yaklaşımı, günlük veya dönemsel çıkarlara göre hareket edenlerin haricinde, topluma ne kazandırabilir ki…
İdeoloji ve demokrasi gibi sınıfsal ve bütünsel değerlere olan bağlılık, günümüz siyasetinde kişilerin kişilere olan bağlılığına evriliyor.
Kişisel çıkarlarını ülkesel ve toplumsal çıkarların önüne koyan insanların, mezkûr değerlerin yerine kişileri öncelemesi ve desteklemesine şaşırmamak gerekir. Çünkü; kişisel olanı kişiden temin etmek daha kolay olsa gerektir.
Ancak şunu da unutmamak gerekir: Başkalarının gücü üzerinden güç devşirmeyi alışkanlık haline getirenler, güç el değiştirdiğinde, aynı gücün altında kalabilirler.
Foçalı Mimar Metin Öngünşen bundan tam 12 yıl önce, Hakimiyet Ege gazetesinde bir yazı kaleme almış ve attığı başlıkla siyasi literatüre yeni bir terim kazandırmıştı. Öngünşen’in ‘Biat Kültürü’ başlıklı o yazısını, zamanı geldiğinde bir kez daha yayınlamanın faydalı olacağını düşünüyorum.
Bu satırları okuyanların zihinlerinde muhtemelen, genel siyasetin panoramik bir tezahürü zuhur edecektir.
Halbuki genel siyaset toplumun bir yansımasıdır. Siyasetin yerelde başladığı ve şekillendiği gerçeğinden yola çıkarsak, yerelde nasıl yönetiyorsak, genelde de öyle yönetiliyoruz.
Her şeyi genel siyaset üzerinden yorumlayanların ve eski zamanlara nispeten demokrasinin zayıfladığını savunanların atladığı bir konu var.
Türkiye’de dün ile bugün arasında hiçbir fark yok!
Neşeli Günler filminde Şener Şen’in canlandırdığı palavracı Ziya’nın “Siyasete girmeyi düşünüyorum, bir yandan Demirel öbür yandan Ecevit, yalvarıp duruyorlar ‘Ne olur bizim partiye gel’ diye” şeklindeki repliğini günümüze uyarlamaya kalksak, değişen bir şey olur mu? 2 kutuplu siyaset o gün de vardı, bugün de var!
Bunun içindir ki genel siyaset üzerine (aslında hayatın birçok alanında) yorum yapmadan önce, hadiseleri minimize ederek değerlendirmek gerekir.
Daha net ifade edelim…
Yaşadığımız şehirde, (hatta işyerimizde-evimizde) demokrasinin gelişimine ne katkı koyuyoruz da, genelin durumunu eleştiriyoruz!
Öyle ki “Biat Kültürü”nün hala cumhuriyet öncesine ait kul/tebaa kavramını genlerinde hissedenlerin evinden, iş yerinden, kasabasından yayılan bir akım olduğunu düşünüyorum.
Kasaba halkına ‘hizmetkarlık’ etmesi için seçilen bir belediye başkanı, zaman içinde sembolleştiriliyor ve toplumun kendisine biat ettiği bir kişiye dönüştürülüyor.
Sonra da sosyal medya üzerinden genel siyaseti işaret ederek, demokrasi edebiyatı yapılıyor.
Sayın Erdoğan ve Sayın Kılıçdaroğlu için “Parti içinde tek adam” eleştirisi yapılıyor.
Sanki kasabamızdaki belediye çok adam ile yönetiliyor.
Yaşadığı yerin belediyesine demokrasiyi tam olarak yerleştiremeyenlerin, sürekli parti genel merkezlerinden şikayet etmeleri, çelişkili sayılmaz mı?
Parti lideri, “Tıpış tıpış oy vereceksiniz” diyor ve öyle de oluyor; herkes tıpış tıpış sandığın yolunu tutuyor.
Parti lideri “Üye yapımız güvenilir değil…” bahanesiyle, ilçe örgütlerinde ön seçim yapılmasını reddediyor. Yetmiyor! Milletvekilliği ya da belediye başkan adaylarını tepeden inme belirliyor.
Bunun adına da ‘seçim’ deniliyor. Ne seçimi Allah aşkına, seçmen seçemiyor, sadece ve sadece önüne konulan isimleri onaylıyor.
Peki, kim itiraz edebiliyor buna?
Yaşadığım kasabadan, Foça’dan bir örnek vereyim; ANAP, Doğru Yol Partisi, Cumhur İttifakı, 35 yıldır Foçalı sağ seçmene aynı kişiyi belediye başkan adayı olarak dayatıyor.
Merkez sağ partiler ısrarla ve ısrarla “Bu adamı seçeceksiniz” diyor. Foçalı sağ seçmenler de Nasrettin Hoca’nın ‘Ya tutarsa’ misali, kerhen oy veriyor.
Var mı karşı koyan?
Var mı protesto eden?
Yok…
Yaşadığım yerden, Foça’dan insanların çoğunlukta olduğu sosyal medya gruplarına bakıyorum.
Sürekli ‘diploma’ üzerinden bir eleştiri sağanağı…
O zaman sormak gerekir:
Yazarların, şairlerin, emekli generallerin, emekli bürokratların; kısacası eğitim düzeyi son derece yüksek insanların yaşadığı Foça’ya…
“Memleketin tek kurtuluşu” olarak işaret ettiğiniz partinin genel başkanı olan kişi, 31 Mart Mahalli İdareler Seçimleri öncesinde, yaşadığınız yere, Foça’ya, ordinaryüs profesörü mü aday gösterdi?
Yoksa lise mezunu olmakla beraber göreve geldiği günden beri skandal haberler ile anılan mevcut belediye başkanımızı mı?
Bir daha soruyorum: İtiraz eden var mı? Yok!
Nasıl olsa kültürümüzde her duruma uygun bir atasözü var: “Kol kırılır yen içinde kalır!”
Ayrıca…
‘Yöneticilerin her yaptığını sorgusuz-sualsiz onaylama’ eğilimi de en önemli sıkıntılarımızdan…
Toplumun bir kısmı, “Bana ne kardeşim…” diyerek, sıyırıyor kendini.
"Siyasetle uğraşmamanın cezası sizden daha yetersiz olanlar tarafından yönetilmektir” sözü de mi “Bana ne!” diyenlere bir anlam ifade etmiyor acaba?
Toplumun başka bir kısmı da “Böyle gelmiş böyle gider” düşüncesinden yola çıkıyor olsa gerek; “Aman partimiz zarar görmesin”, “Aman ilişkilerimiz zarar görmesin”, “Aman kurulu düzenimiz bozulmasın” diyor.
İlgilenen, takip eden, sorgulayan, karşı çıkan, eleştiren, vatandaşlık bilinciyle şikâyet eden olmayınca…
Hemen her kasabada, seçilmiş derebeyleri ortaya çıkıyor.
Hatta ekonomisi kısıtlı olmakla beraber belediyelerin geçim kapısı gibi görüldüğü kasabalarda, yönetim anlayışını değiştirmek vaadiyle yönetime gelenler, değiştirmeyi vaat ettikleri yönetimin kısa zamanda en güçlü parçası oluyor.
Velhasılıkelam…
Demokrasi yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya yaygınlaşması gereken bir eğilim olmalıdır.
Eğer aksi olsaydı, Adnan Menderes’in liderliğindeki Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelişiyle başlayan ve süregelen ‘çok partili’ düzende siyasi partiler; gerek şart olan ‘iktidarın sandıkla belirlenmesi” realitesini, yeter şart olarak görmezlerdi.
Dahası, temsilde adalet için daha demokratik bir seçim sistemi, siyasi partiler kanununun değiştirilmesi ve seçim barajı gibi birçok tartışmalı konuda mutabakata varılabilirdi. Ve hiçbir parti iktidarı demokrasiye değişmezdi.
Hasan Eser / MahalliGündem.com
YORUMLAR