Türkiye’de birilerini birilerine benzetme eğilimi, adeta toplumsal bir refleks gibi.
Özellikle de kamuya mal olmuş isimler arasında paralellik kurmayı çok seviyoruz.
Bir zamanlar bu eğilim futbolda ve Yeşilçam’da epey yaygındı.
Fransızların ünlü golcüsü Jean-Pierre Papin'e benzetilen Papen Mustafa (Kocabey) ile Belçikalı futbolcu Enzo Scifo'ya benzetilen Şifo Mehmet (Özdilek) gibi futbolcularımız, ilk anda aklıma gelen isimler arasında…
Kocabey ve Özdilek gibi isimlerin dünyaca ünlü futbolcularla özdeşleştirilmesinin sebebi, tabii ki (teknik açıdan) oyun tarzlarıydı.
Fiziki benzerlik açısından yapılan benzetmeler de Yeşilçam’a özgüydü. Öyle ki Cüneyt Arkın’ı Alain Delon’a, Ayhan Işık’ı Clark Gable’ye, Ediz Hun’u Paul Newman’a, Kadir İnanır’ı Marlon Brando’ya, Kartal Tibet’i de Sean Connery’e benzetirmiş hayranları.
Bu benzetme eğiliminin 90’lı yıllarda Televole kültürüyle daha da yaygınlaştığını hatırlıyorum.
90’lı ve 2000’li yılların popüler mankenleri arasında yer alan ünlü model Tülin Şahin, hâlâ ABD’li ünlü manken Cindy Crawford'a aşırı benzerliğinden dolayı “Sivaslı Cindy” olarak anılır. Tabii ki örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Gelelim asıl konumuza, yani “mutlak başarı” iddiasıyla ortaya çıkan siyasetçilerin, tarihte başarılı olmuş veya halen görevde olmakla birlikte siyasi serüvenini başarıyla sürdüren liderlere benzetilmesine...
1993’te Türkiye’nin ilk kadın Başbakanı Tansu Çiller’in, 1988’de İslam coğrafyasının ilk kadın Başbakanı olan Pakistanlı Benazir Butto’ya benzetilmesinden; 1973’te CIA destekli bir darbe sonrası öldürülen Şili lideri Salvador Allende’den yola çıkarak Bülent Ecevit’e yapılan “Allende Büllende” imasından veya CHP’nin sabık Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na yapılan “Gandhi Kemal” yakıştırmasından bahsetmiyorum.
Bu noktada dikkati çekmek istediğim husus, yazımın başlığından da anlaşılacağı üzere, Silivri’deki Marmara Cezaevi'nde tutuklu bulunan Ekrem İmamoğlu’nun siyasi hikâyesinin, birileri tarafından ısrarla, sürekli olarak bir zamanlar Siirt'te okuduğu şiir nedeniyle Pınarhisar Cezaevi’nde yatan Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi hikâyesiyle özdeşleştirilmeye çalışılmasıdır.
Her şeyden önce, belki klişe bir deyim olacak, ama taklitlerin aslını yüceltme gibi bir yönü vardır!
Üzgünüm! Ama sürekli olarak “Erdoğan da benzeri bir süreci yaşadı ve yaşadığı mağduriyet onu önce başbakanlığa, sonra da cumhurbaşkanlığına taşıdı…” kabilinden benzetmeler yaparak İmamoğlu adına kehanetlerde bulunanlar, bilerek ya da bilmeyerek İmamoğlu’na yapabilecekleri en büyük kötülüğü yapıyorlar.
Muharrem İnce’nin CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı olduğunda, mitinglerde yaptığı konuşmalarla Erdoğan’ı anımsattığını ve bu durumun “taklit” algısına sebep olduğunu yazdığımda, bana sosyal medyadan küfür edenler olmuştu.
Amma velakin, nevi şahsına münhasır bir isim olan Ekrem İmamoğlu’nun “sempatik siyasetçi” modellemesiyle İstanbul’u kazanmasının ardından da “Hasan Eser, o dönem aslında ne anlatmaya çalıştığını şimdi çok daha iyi anlıyoruz” şeklinde mesajlar gelmişti.
Yani? Yanisi şu: Ekrem İmamoğlu’nun siyasi serüvenini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi geçmişi üzerinden güzellemeye çalışmak, İmamoğlu’na haksızlık, Erdoğan’a ise saygısızlıktır.
Evet, İmamoğlu’na haksızlıktır!
Çünkü İmamoğlu, Türk siyasetinde sıfırdan başlayıp yepyeni bir hikâye yazma çabasındadır.
Evet, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a saygısızlıktır!
Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan, İmamoğlu’na isnat edildiği gibi “yolsuzluk” iddialarından değil, 1997 yılında Siirt'te okuduğu bir şiir sebebiyle cezaevinde kalmıştır.
Ha! İmamoğlu “suçludur” ya da “suçsuzdur” diye bir iddiam yoktur! Zaten yargıya intikal etmiş bir konuda tespitlerde bulunmak da “masumiyet” karinesine aykırıdır.
Altını bir kez daha çizmekte fayda görüyorum ki, bu yazıda naçizane irdelemeye çalıştığım konu, İmamoğlu destekçilerinin yaklaşımlarını “siyasal iletişim” açısından değerlendirmektir.
Toparlamak gerekirse...
İmamoğlu, İstanbul’u çok uzun bir aradan sonra CHP’ye kazandırarak gerçekten çok önemli bir başarıya imza atmıştır. Hakeza, kendisine “cumhurbaşkanı adaylığı” için verilen büyük desteğin temel motivasyonu da İstanbul’u üst üste kazanmış olmasının sağladığı referanstır.
Şimdi tam da bu noktada, yanıtını aradığım ve zihnimi sürekli meşgul eden bir suali paylaşmak isterim sizlerle…
Hani olmaz, ama diyelim ki oldu ve İmamoğlu yarın öbür gün bir siyasi parti kurdu. Peki, böyle olası bir çıkışta, akıbeti Muharrem İnce’nin Memleket Partisi’nden farklı mı olur acaba?
Aslında bu konuda cevaplanmaya muhtaç çok sayıda soruyla birlikte sayfalar dolusu anekdot yazabilirim. Fakat içinde bulunulan sürecin hassasiyetini de göz önünde bulundurarak daha fazla uzatmadan bu kadarıyla yetinmek istiyorum.
Son olarak…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, kurulu düzenin tepesine oturtulmuş bir lider değildir. Seversiniz ya da sevmezsiniz, fark etmez; o, tıpkı bir fidan gibi toprağa kök salıp ağaç gibi büyüyen bir siyasi hareketin lideridir.
İmamoğlu’nun hikâyesinde İBB başkanlığı yapması veya şu an Silivri’de olması gibi, Erdoğan’ın siyasi hikâyesiyle olan benzerliklerin olduğu doğrudur.
Ama hikâyeleri özdeşleştirmek, biraz romantik, biraz da sığ bir düşüncenin yansıması olsa gerektir.
Öyle ki, bu yönde bir düşünce ile günümüz Türkiye’sinde olan biten her şeyi Abdülhamid dönemi üzerinden açıklamaya çalışanlar arasında hiçbir fark yoktur.
Sözün özü: “Kanuni Sultan Süleyman, oğlu Şehzade Mustafa'yı boğdurmasaydı, her şey çok daha farklı olurdu” klişesi üzerinden 500 yıl öncesine bile çıkarım yapabilenlere de naçizane tavsiyemdir ki, her dönemi kendi şartları içinde değerlendirmek gerekir.
HASAN ESER
YORUMLAR