Devlet Tiyatroları Cumhuriyetin en değerli kurumlarındandır. Biz artık içinde değiliz. Ama Devlet Tiyatroları kalbimizde. Bu anılar aynı hatalar tekrar yapılmasın, belki ders çıkaran olur da kurum ileri gider diye yazılmıştır. Anlayana elbette. Öfke duyuyorum sanılmasın, yazdığım hiçbir şeyde öfke yok, kendi paylarımı da çıkardım çoktan. Biz tiyatrocular büyüğünden küçüğüne, ödeneklisinden özeline koca bir aileyiz, günün sonunda kucaklaşırız.
DEVLET TİYATROLARI’NDA OYUNCULUĞA VEDA
2000’li yıllara daha gelmemişiz, milenyum sözcüğü henüz Türk Dil Kurumu sözlüğünde yok. Kurumda oyunculukta uzatmaları oynuyorum, aklım fikrim yönetmenlikte.
Rol oynamak çok zamanımı alıyor, 2-3 oyunda birden oynuyorsan hele, haftanın Pazartesi hariç her gecesi sahnede oluyorsun, ne bir şey izleyebiliyorsun, ne kentin dışına çıkabiliyorsun, ne gezebiliyorsun, ne görebiliyorsun, gelişme sıfır, benim gözüm ise hep yurtdışında ne var, üsluplar ne, eğilimler ne, hangi metinler ne şekilde sahneleniyor falan.
Yönetmenliğe başlamışım, Devlet Tiyatroları’nda ve dışarıda gençlerle, amatör, yarı amatör topluluklarla yönettiğim oyunlar başarılı olmuş, kendimi bu meslekte geliştirmek istiyorum, bir nefes verin diyorum, yok, öyle deyince bir rol daha asıyorlar.
Zaten her gece, her gece aynı şeyi oynamaktan hiç zevk almıyorum. Çok seyrek olarak iyi yönetmenlerle çalıştıkça oyuncunun sanatçılığını da sorguluyorum, ümitsizliğe düşüyorum. Çünkü iyi yönetmen sizi sanal bir kutunun içine hapsediyor, o kutunun içinde özgürsünüz. İyi de o kutu dahil her şeyi yaratan yönetmen. O zaman ben de iyi bir yönetmen olmak istiyorum. Okulu da yok, olsa zamanım yok, kurumda kendini geliştirmek isteyenlere alan yok, onlara göre boyuna oynamam lazım. Fırsat buldukça yurtdışına çıkıp ne oluyor, ne bitiyor bakıyorum, izlediklerimi kendi yaptıklarımla ve Devlet Tiyatrosu’nda yapılanlarla kıyaslıyorum, çok üzülüyorum.
Nasıl olacağını bilmiyorum, ama başrollerini oynadığım 3 oyunum var: Çöplük, Seher Vakti, Eşek Arıları. Hepsi başrol, bırakamıyorum, oynuyorum, kararı verdim, bunlar bitti mi ben de oyunculuğa paydos diyeceğim. Belki içinde doğduğum kurumdan ayrılmam gerekecek, çünkü oyuncu pozisyonundayım, yasaya göre bana verilen rolü oynamak zorundayım, onlar da karşılığında bana maaş veriyor. Kendimi bir kuruma, şahsa, zümreye ne ait ne borçlu hissediyorum, birey olarak mesleğimde gelişmek istiyorum, burada o şansım yok gibi görünüyor, kendimi tekrarlayıp duruyorum, herkes bu tekdüzeliğin adına deneyim diyor, ben kusmak üzereyim.
Evliyim, bir bebeğimiz var, eve para götürmem gerek, ayda bir maaş yatıyor, eh lazım, işte kendimle boğuşup duruyorum. Oyunculuktan hiç keyif almayacak hale getirmişler beni, varoluşumu sorgulayıp duruyorum.
Her gece sahnedeyim. Her gündüz de provada, çünkü Eşek Arıları provaları hiç bitmiyor, 5. ayındayız, daha çok var, prömiyer tarihi de belirsiz. Ayşenil Şamlıoğlu bayağı iyi yönetmen, oldukça iyi arkadaşım, ilk aylarda inanılmaz keyif aldım açtığı pencerelerden, ama artık bitmiyor, bitmiyor, bitmiyor.
Münir Canar’la başrolleri oynuyoruz. Münir Ağabey ilk gün okuma provasında neyse, sağolsun 5 ay sonra da o. Tutturmuş bir şey, gidiyor. Gel diyorlar provaya geliyor, bitti diyorlar evine gidiyor. Herkes “Vay be usta işte” diyor, Ayşenil yere göğe koyamıyor, ben karşımda bir duvarla oynuyorum. Kimseyi dinlemiyor, son repliği verdin mi kendi kendine oynuyor. Kendi bölümlerinde şahane tabii, çok sıcak, çok samimi, ama yaptığımız şey tiyatro, oyunu hep birlikte çıkarmamız gerek. Münir Ağabeyin saz arkadaşları değiliz sonuçta…
Derdimi anlatamıyorum. İleri gitmekten korkuyorum; hem Münir Ağabey çok iyi bir insan, öyle bellemiş sadece, dinlemiyor, bakmıyor, herkes ustasın deyince o da bozmuyor, yaptığından memnun, yönetmen de Münir Ağabey usta deyince, bana bok yemek düşüyor.
Koro başka alem. Korobaşı, arkadaşım Ahmet Mümtaz Taylan. Sıkılmışlar, Münir Ağabeye saramıyorlar tabii; ama ben gık desem Ahmet’in öncülüğündeki korodan bir kahkaha kopuyor, benle dalgalarını geçiyorlar. Önceleri ben de gülüyordum, umursamam pek, eğlence nerede ben orada, ama her gün, her dakika olunca bir iki uyardım, bunlar devam ediyor, Ayşenil’e müdahale etmesini söyledim, pek umursamadı, prömiyere 2-3 gün kalmış, o da inşallah, üstümde ciddi sorumluluk var, bir yüksekliğin üstünde şarkımı söylemişim, sonraki 9 sayfalık tiradı attırırken bunlar yine alay edince üstlerine uçtum, ortalık karıştı.
Ahmet de gergin bir arkadaştır, bu sefer o bana saldırdı, ben ona, Ayşenil bir iki bağırdı, çağırdı, başa çıkamadı, ağlıyor, herkes bir yana çekildi, utandık tabii Ahmet de ben de, arkadaşız, ortada rezalet var, Ahmet provayı terk etti, ben de bir süre sonra mekanı terk ettim, eve gittim.
Ertesi gece genel prova var. Sabah kapım çaldı, Ayşenil. Bir süre sessizce oturduk evde. Sonra “Bu son oyunum, bu biter, oyunculuk biter” dedim. “Deli misin, sinirleriniz boşaldı, bir şey yok, uzattım ben de provayı çok, Ahmet iyi arkadaşın, öpüşürsünüz akşama, geçer“ dedi. “Hayır” dedim, “Mesele o değil”. “Sen çok iyi bir oyuncusun, şimdi sinirle söylüyorsun, bak hep başrollerdesin” diye devam ediyordu ki Ayşenil, sözünü kestim. “Beni en iyi anlayacak insan sensin” dedim. “Çok iyi oyuncusun, ama oyunculuk yapmıyorsun. Bak, müthiş bir yönetmen oldun, mutlusun. Bense bugün başrollerdeyim, ama var olamıyorum, kendimi ifade edemiyorum. Sanatçılık bunun neresinde? Beni hapsettiğin bir kutunun içinde özgürüm hesapta, bu yalandan bir özgürlük. Yaratamıyorum, yaratıcı olan sensin” dedim.
Akşama kadar oturduk, genel provaya birlikte gittik. Ahmet’le şöyle bir el sıkıştık, birbirimize gülümsedik, ne onda, ne bende bir kızgınlık duygusu, provamızı yaptık, yönetmenin notlarını dinledik. Sonra prömiyeri de yaptık, bir sezon mutlulukla oynadık. Çok iyi bir rejiydi, iyi bir ekiptik, bir tek Münir Ağabey kendi kendine oynuyordu, onu da idare ettik.
Son oyunum oldu Devlet Tiyatrosu’nda. Bir daha kimse bana oyunculuk yaptıramadı. Yönetmenlikte geliştikçe, üstüste oyunlar yapınca bu sefer oyuncu olarak isteyen de çıkmadı, seneler içinde oyuncu olduğum unutuldu. Hatta “Kemal yeteneksizdir oyunculukta, o yüzden yönetmen oldu” dedikodularını çok duydum. Öyle olur sanıyorlar yönetmenlik, yönetmenliğin oyunculuktan tamamen farklı, başka bir meslek olduğunun farkında değiller; Devlet Tiyatroları’nda oyuncu eskileri, sıradan afacanlar veya tam tersine öne çıkmış oyuncular heves edip yönetmenliğe soyunur ya… Oysa yönetmenlik ayrı bir meslektir, tutkudur.
Oyun bitti, en az 4 - 5 sene geçti, bir telefon, Ahmet. “İstanbul’a gelmiyor musun” dedi. “İstanbul’dayım şu an” dedim. “Hemen gelsene, Marmara Oteli’nin kafeteryasında sana bir kahve ısmarlayayım” dedi. Gittim. Sarıldık, öpüştük, hoşbeşten sonra “Kemal” dedi. “Özür dilerim, ben sana eşeklik yaptım”.
Ahmet, adam çünkü. Tiyatro yapılır, zor olan insan olmak. Hatırladıkça gözlerim dolar.
Kemal Başar / Tiyatro Yönetmeni & Oyuncu
DEVLET TİYATROLARI’NDA OYUNCULUĞA VEDA
2000’li yıllara daha gelmemişiz, milenyum sözcüğü henüz Türk Dil Kurumu sözlüğünde yok. Kurumda oyunculukta uzatmaları oynuyorum, aklım fikrim yönetmenlikte.
Rol oynamak çok zamanımı alıyor, 2-3 oyunda birden oynuyorsan hele, haftanın Pazartesi hariç her gecesi sahnede oluyorsun, ne bir şey izleyebiliyorsun, ne kentin dışına çıkabiliyorsun, ne gezebiliyorsun, ne görebiliyorsun, gelişme sıfır, benim gözüm ise hep yurtdışında ne var, üsluplar ne, eğilimler ne, hangi metinler ne şekilde sahneleniyor falan.
Yönetmenliğe başlamışım, Devlet Tiyatroları’nda ve dışarıda gençlerle, amatör, yarı amatör topluluklarla yönettiğim oyunlar başarılı olmuş, kendimi bu meslekte geliştirmek istiyorum, bir nefes verin diyorum, yok, öyle deyince bir rol daha asıyorlar.
Zaten her gece, her gece aynı şeyi oynamaktan hiç zevk almıyorum. Çok seyrek olarak iyi yönetmenlerle çalıştıkça oyuncunun sanatçılığını da sorguluyorum, ümitsizliğe düşüyorum. Çünkü iyi yönetmen sizi sanal bir kutunun içine hapsediyor, o kutunun içinde özgürsünüz. İyi de o kutu dahil her şeyi yaratan yönetmen. O zaman ben de iyi bir yönetmen olmak istiyorum. Okulu da yok, olsa zamanım yok, kurumda kendini geliştirmek isteyenlere alan yok, onlara göre boyuna oynamam lazım. Fırsat buldukça yurtdışına çıkıp ne oluyor, ne bitiyor bakıyorum, izlediklerimi kendi yaptıklarımla ve Devlet Tiyatrosu’nda yapılanlarla kıyaslıyorum, çok üzülüyorum.
Nasıl olacağını bilmiyorum, ama başrollerini oynadığım 3 oyunum var: Çöplük, Seher Vakti, Eşek Arıları. Hepsi başrol, bırakamıyorum, oynuyorum, kararı verdim, bunlar bitti mi ben de oyunculuğa paydos diyeceğim. Belki içinde doğduğum kurumdan ayrılmam gerekecek, çünkü oyuncu pozisyonundayım, yasaya göre bana verilen rolü oynamak zorundayım, onlar da karşılığında bana maaş veriyor. Kendimi bir kuruma, şahsa, zümreye ne ait ne borçlu hissediyorum, birey olarak mesleğimde gelişmek istiyorum, burada o şansım yok gibi görünüyor, kendimi tekrarlayıp duruyorum, herkes bu tekdüzeliğin adına deneyim diyor, ben kusmak üzereyim.
Evliyim, bir bebeğimiz var, eve para götürmem gerek, ayda bir maaş yatıyor, eh lazım, işte kendimle boğuşup duruyorum. Oyunculuktan hiç keyif almayacak hale getirmişler beni, varoluşumu sorgulayıp duruyorum.
Her gece sahnedeyim. Her gündüz de provada, çünkü Eşek Arıları provaları hiç bitmiyor, 5. ayındayız, daha çok var, prömiyer tarihi de belirsiz. Ayşenil Şamlıoğlu bayağı iyi yönetmen, oldukça iyi arkadaşım, ilk aylarda inanılmaz keyif aldım açtığı pencerelerden, ama artık bitmiyor, bitmiyor, bitmiyor.
Münir Canar’la başrolleri oynuyoruz. Münir Ağabey ilk gün okuma provasında neyse, sağolsun 5 ay sonra da o. Tutturmuş bir şey, gidiyor. Gel diyorlar provaya geliyor, bitti diyorlar evine gidiyor. Herkes “Vay be usta işte” diyor, Ayşenil yere göğe koyamıyor, ben karşımda bir duvarla oynuyorum. Kimseyi dinlemiyor, son repliği verdin mi kendi kendine oynuyor. Kendi bölümlerinde şahane tabii, çok sıcak, çok samimi, ama yaptığımız şey tiyatro, oyunu hep birlikte çıkarmamız gerek. Münir Ağabeyin saz arkadaşları değiliz sonuçta…
Derdimi anlatamıyorum. İleri gitmekten korkuyorum; hem Münir Ağabey çok iyi bir insan, öyle bellemiş sadece, dinlemiyor, bakmıyor, herkes ustasın deyince o da bozmuyor, yaptığından memnun, yönetmen de Münir Ağabey usta deyince, bana bok yemek düşüyor.
Koro başka alem. Korobaşı, arkadaşım Ahmet Mümtaz Taylan. Sıkılmışlar, Münir Ağabeye saramıyorlar tabii; ama ben gık desem Ahmet’in öncülüğündeki korodan bir kahkaha kopuyor, benle dalgalarını geçiyorlar. Önceleri ben de gülüyordum, umursamam pek, eğlence nerede ben orada, ama her gün, her dakika olunca bir iki uyardım, bunlar devam ediyor, Ayşenil’e müdahale etmesini söyledim, pek umursamadı, prömiyere 2-3 gün kalmış, o da inşallah, üstümde ciddi sorumluluk var, bir yüksekliğin üstünde şarkımı söylemişim, sonraki 9 sayfalık tiradı attırırken bunlar yine alay edince üstlerine uçtum, ortalık karıştı.
Ahmet de gergin bir arkadaştır, bu sefer o bana saldırdı, ben ona, Ayşenil bir iki bağırdı, çağırdı, başa çıkamadı, ağlıyor, herkes bir yana çekildi, utandık tabii Ahmet de ben de, arkadaşız, ortada rezalet var, Ahmet provayı terk etti, ben de bir süre sonra mekanı terk ettim, eve gittim.
Ertesi gece genel prova var. Sabah kapım çaldı, Ayşenil. Bir süre sessizce oturduk evde. Sonra “Bu son oyunum, bu biter, oyunculuk biter” dedim. “Deli misin, sinirleriniz boşaldı, bir şey yok, uzattım ben de provayı çok, Ahmet iyi arkadaşın, öpüşürsünüz akşama, geçer“ dedi. “Hayır” dedim, “Mesele o değil”. “Sen çok iyi bir oyuncusun, şimdi sinirle söylüyorsun, bak hep başrollerdesin” diye devam ediyordu ki Ayşenil, sözünü kestim. “Beni en iyi anlayacak insan sensin” dedim. “Çok iyi oyuncusun, ama oyunculuk yapmıyorsun. Bak, müthiş bir yönetmen oldun, mutlusun. Bense bugün başrollerdeyim, ama var olamıyorum, kendimi ifade edemiyorum. Sanatçılık bunun neresinde? Beni hapsettiğin bir kutunun içinde özgürüm hesapta, bu yalandan bir özgürlük. Yaratamıyorum, yaratıcı olan sensin” dedim.
Akşama kadar oturduk, genel provaya birlikte gittik. Ahmet’le şöyle bir el sıkıştık, birbirimize gülümsedik, ne onda, ne bende bir kızgınlık duygusu, provamızı yaptık, yönetmenin notlarını dinledik. Sonra prömiyeri de yaptık, bir sezon mutlulukla oynadık. Çok iyi bir rejiydi, iyi bir ekiptik, bir tek Münir Ağabey kendi kendine oynuyordu, onu da idare ettik.
Son oyunum oldu Devlet Tiyatrosu’nda. Bir daha kimse bana oyunculuk yaptıramadı. Yönetmenlikte geliştikçe, üstüste oyunlar yapınca bu sefer oyuncu olarak isteyen de çıkmadı, seneler içinde oyuncu olduğum unutuldu. Hatta “Kemal yeteneksizdir oyunculukta, o yüzden yönetmen oldu” dedikodularını çok duydum. Öyle olur sanıyorlar yönetmenlik, yönetmenliğin oyunculuktan tamamen farklı, başka bir meslek olduğunun farkında değiller; Devlet Tiyatroları’nda oyuncu eskileri, sıradan afacanlar veya tam tersine öne çıkmış oyuncular heves edip yönetmenliğe soyunur ya… Oysa yönetmenlik ayrı bir meslektir, tutkudur.
Oyun bitti, en az 4 - 5 sene geçti, bir telefon, Ahmet. “İstanbul’a gelmiyor musun” dedi. “İstanbul’dayım şu an” dedim. “Hemen gelsene, Marmara Oteli’nin kafeteryasında sana bir kahve ısmarlayayım” dedi. Gittim. Sarıldık, öpüştük, hoşbeşten sonra “Kemal” dedi. “Özür dilerim, ben sana eşeklik yaptım”.
Ahmet, adam çünkü. Tiyatro yapılır, zor olan insan olmak. Hatırladıkça gözlerim dolar.
Kemal Başar / Tiyatro Yönetmeni & Oyuncu
YORUMLAR