Demokrasiler seçim üzerine kuruludur. Meşruti monarşilerden cumhuriyet rejimine geçerken en önemli aparat olarak “seçim ve seçim sandıkları” kullanılmıştır.
Elbette şu an yaşadığımız vatandaş temelli olan ve belli bir yaşa ulaşmış kısıtlama hükümlerine tabi olmayan vatandaşlarının tümünün seçimlerde oy kullanması birden olmamıştır.
200 yıl önce başlayan seçim tarihinde, ilk önce sadece yetişkin erkek vatandaşlar oy kullanırken kadınlar ve köleler hatta soylu olmayanlarla birlikte belli bir eğitim düzeyinde olmayanlar da uzun süre oy kullanamamıştır.
1876 yılında Osmanlı’da ilan edilen ilk Kanun- i Esasi ve yapılan serbest seçimlerde sadece İstanbul’da yaşayan yetişkin erkekler oy kullanmıştır.
Kadınlar ise Batı demokrasilerinde bile uzun süre seçmen sayılmamış, neredeyse 2. Dünya Savaşı öncesi, hatta sonrasında seçme ve seçilme hakkına kavuşmuşlardır.
Mustafa Kemal Atatürk de genç cumhuriyeti ilan ettikten tam 7 yıl sonra kadınlarımıza belediye seçimlerine katılma, 11 yıl sonra da genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkını tanımıştır.
50 yıl önce bırakın seçme ve seçilme hakkını, nüfus sayımlarında katır-eşek bile sayılırken kadınlar sayılmazdı.
Bu elbette baş döndürücü bir gelişmedir.
Dediğimiz gibi: Çağdaş demokrasiler doğrudan değil, temsili demokrasidir ve görev yapan meclis üyeleri ile yerel yöneticiler halk tarafından belirli süreliğine seçilir ve görev yaparlar.
Buraya kadar her şey güzel olsa da bu temsili demokrasilerin pek azında bu mekanizma sağlıklı bir şekilde işler.
Çağdaş demokrasiler bir de siyasi partiler üzerinde kuruludur ve demokrasi mekanizmasını bu partiler aracılığı ile işler.
Peki, iş öyle midir gerçekten?
Mesela ABD’yi ele alalım, orada 200 civarında parti vardır ama Amerikan halkı ve dünya 2 partiyi bilir ve bu iki partili sistem üzerinden de koalisyon olmadan ülke yönetilir.
ABD’de siyasetin finansmanı lobiler, daha doğrusu baskı grupları ve bağışlar üzerinden yürür.
Başkan adayları, senatörler ve temsilciler meclisi üyeleri, valiler, belediye başkanları, yerel meclis temsilcileri destekçilerinden alınan bağışlar ile (ki bu bağışların üst limiti vardır, bir aday gidip 1 milyon dolar bağış yapamazsın) yürür.
Bizim ülkemizde ise siyasi partilerin gelirleri tamamen hazine yardımlarına dayanır. Yani vatandaş, ödediği vergiler ile belli bir milletvekili sayısına ulaşmış bu partileri finanse eder
Peki, bu yardımlar yeterli midir? Özelikle de seçim dönemlerinde asla yeterli değildir.
Partiler seçim dönemlerindeki aldıkları ek yardımların yanı sıra aday adaylarından aldıkları başvuru ücretleri ile bu işi götürmeye çalışır. Çalışırlar çünkü çoğu zaman yetersiz kalır. Bu yardımlar ve başvuru ücretleri.
Özellikle yerel seçimler adaylar için çok masraflıdır. Parti genel merkezlerinden çoğunlukla yetersiz paralar gelir. Adaylar da bu seçim harcamalarını cebinden harcamak zorunda kalırlar.
Peki, parası olmayan ne yapar?
Bugün Bergama- Aliağa ölçeğinde bile bir adayın 2 aylık seçim kampanyasında bile, eğer aday iddialı ise minimum 3 milyon liradan başlar.
Kampanyanın rengine, şekline ve ağırlığına göre büyür gider.
Elbette parası olan, kredi çeken, eşinin bileziğini veya babasından kalan malı satan adaylar da gördük. Ama çoğunlukla bu adaylar masraflarını bir şekilde, deyim yerindeyse, gizli sponsorlar bulurlar ve kampanyalarını öyle götürmeye çalışırlar.
Ülkemizde maalesef siyasetin daha doğrusu seçimin finansmanı şeffaf değildir.
Kimse hangi adayın ne kadar parayı nerede kullandığını bilemez. Kaynağını da kolay beri öğrenemez.
Hal böyle olunca da demokrasi dediğimiz iş de paratokrasiye döner.
Parası olan aday olur ve seçimi bir şekilde finanse eder. Seçimi kazanmasını durumunda da sonrası için “Allah Kerim” deyip geçer.
RIDVAN KARAPEHLİVAN
YORUMLAR