2019 Yılının Ocak ayının dokuzuncu günüydü. Elimde bir fotoğraf vardı. Fotoğraf, 1950’lerde Foçaspor’da top koşturan takıma aitti. İçlerinden dört futbolcunun kimler olduğunu bilmiyordum. Sormak ve öğrenmek için Foça ile ilgili çok şeyden haberdar olan bilgi küpü Mahalle Muhtarımız Mahmut Irmak abinin bürosunun yolunu tuttum. Kapıyı çaldım, içeri girdim. Her zaman olduğu ve herkese yaptığı gibi beni de tüm sevecenliği ile karşıladı.
“Hoş geldin Karaca Bey” dedi.
“Hoş bulduk muhtarım, sana bir şey sormaya geldim” dedim. “Mümkünse bana yardımcı olur musun?”
Fotoğraftaki futbolcuları gösterip; “Mahmut abi bu fotoğrafta dört kişiyi bilemedim. Bileni de bulamadım. Acaba sen çıkarabilecek misin” diyerek fotoğrafı kendisine uzattım.
“Elbette yardımcı olurum, yeter ki cevabı bileyim” dedikten sonra “bildiklerim benden sonra bana fayda sağlamaz” manasında “Apres moi c’est la vie” gibi bir cümle söyledi ve ardından fotoğrafı eline aldı.
Fotoğrafı dikkatle ve uzun uzun inceldi. Üçünü tanıdı, dördüncüyü bilemedi. Dördüncü kişi için “bu subay olabilir” dedi.
Konuşmanın zamanı geldi gâliba …
Epey zamandır fırsatını kolladığım sohbete devam etmenin tam sırasıydı. Birkaç senedir kendisi ve Foça’nın eski halleri üzerine konuşalım mı abi dedikçe o hep nazik tavırlar içinde ”konuşuruz bir gün” diyerek ertelemişti. Bugün ise, “var mı başka soracağın bir şey” demesinden konuşacağına dair içimde umut belirdi. Kendisine ve eskilere dair sohbet için ortam uygun görünüyordu.
Bu durum, “Bak sana bir şeyler anlatacağım” demesinden de çok bariz anlaşılıyordu. Mahmut abinin, 1933 yılında doğup büyüdüğü Foça üzerine anlatacakları çok şey vardı. Uygun ortamdan istifade ederek “Mahmut abi, bana çocukluğundan başlayarak kendinden, ailenden, okulundan, bunun yanı sıra o yılların Foça’sından şöyle içinden geldiği gibi bahseder misin?” dedim.
Peki Karaca Bey, önce bir çay söyleyeyim, tatlı tatlı içelim tatlı tatlı konuşalım dedi ve devam etti.
Dedem Kavalalı Mahmut’un tütüncülükle uğraştığı Kavala şehri yakınlarındaki Pravişta kazasının Bostanlı köyünden eşi Emine, kızları Fatma ve Rukiye ile mübadele kanunları çerçevesinde çıktıkları zorlu yolculuk 1924 yılının Şubat ayında Foça’da son bulmuş.
Devlet dedeme şu an oturduğumuz İsmetpaşa Mahallesi 173. sokakta bulunan ve o zamanlar iki katlı taş ev olan konutu yeşil tapu ile vermiş. Böylece dedem ve ailesinin yaşamı Foça’da sil baştan filizlenmeye başlamış. O vakit annem 7-8 yaşlarındaymış. Okula orada başlamış ama göçten dolayı devam edememiş. 1928 yılında yapılan harf devriminin hemen arkasından Alfabe Kursuna katılmış ve yeni Türkçe okuma ve yazmayı öğrenmiş.
Foça’nın eski belediye başkanlarından Mustafa Konuk’un sülalesinden olan annem, 16 yaşında Ali Kaya’ların sülalesinden bakkal Hasan Irmak ile evlenmiş. Ben doğduktan kısa bir süre sonra babam zatürre hastalığına yakalanmış ve tedavi edilemeyip ölmüş.
Dedemin de vefat edip aramızdan ayrılması ve Rukiye teyzemin de evlenip gitmesiyle dedemin evinde annem, anneannem ve ben baş başa kaldık. Çocukluğum İkinci Dünya Harbi yıllarına rastladı. Harpten dolayı kıtlık ve yokluk vardı. Ekonomik açıdan Foça Foça olalı en zor yıllarını yaşıyordu. Geceleri karartma uygulanıyordu ve evlerden ışık sızması yasaktı. Gündüzleri ise fukaralık sebebiyle hayat sınırlıydı.
O yıllarda denizin ve güneşin hiç önemi yoktu. Denize girenlerin sayısı iki elin parmaklarının sayısını geçmezdi. Deniz kenarındaki tarlaların ve zeytinliklerin de değeri yoktu. O bakımdan çoğu baba, kız evlatlarına deniz kenarındaki mülklerini, erkek evlatlarına ise iç kısımlardaki mülklerini verirdi. Annemden duymuştum, mübadele sırasında bazı aileler Foça’nın içinde ve sahildeki evleri, evlatlarımız denizde boğulur korkusuyla tercih etmeyip iç kesimlerde, sahilden uzak bölgelerde ev istemişler.
Babamın Erken Ölümü
Babamın erken ölümü nedeniyle gelirimizin olmamasından dolayı hayat bizim için hepten sıkıntılıydı. Herkes gibi biz de karnımızı doyurmanın çabası içindeydik. Annem yevmiyeci olarak şafak vaktinden akşam karanlığına dek tarlalara çapaya, tütün kırmaya giderek geçim için gelir elde etmeye çalışıyordu. Kış aylarında da el işleri yapıyor, yaptıklarını satarak evi geçindiriyordu. Anneannem ise ip eğiriyor, eldiven kazak, bere, çorap örüyor bunun yanı sıra da tığ ile dantel işleyip satıyor, o da evin geçimine destek oluyordu.
Savaş nedeniyle Foça limanı kapatılıp tuz ihracatı durunca Foça’nın ekonomisi çok bozuldu. İnsanlar işsiz kaldı ve birçoğu Foça’yı terk etti gitti. İşsiz kalanların yanı sıra iş yapamayan büyük tüccarlar da Foça’dan ayrıldı. Bizim gibi gitmeye imkânı olmayalar kaldı.
O dönemde pek çok Foçalı, Bağarası köyündeki tütün tarlalarının, bağlarının, bahçelerinin bir köşesine küçük evler yaptı. Yazın orada çalışır kış için yiyecek ve yakacak hazırlarlardı.
Okul Yıllarım
İsmetpaşa mahallesinde bulunan ve evimize yakın olan şimdiki Öğretmenevi, çocukluğumun tek okuluydu. Annem beni ilkokula yazdırdı. Kaydımı yapan öğretmenin babamı sorduğu sırada üstüme başıma baktığını gören annemin hissettiği mahcubiyet gözümün önünden hiçbir zaman gitmedi. Ayağımda annemin yaptığı bez ayakkabı, üstümde tek askılı yamalı kısa pantolon ve yakasız gömlek vardı. Öğretmene babasız olduğumu söyledi. Öğretmen bana doğru bir kere daha baktı ve beni gözleriyle yukarıdan aşağıya süzdü.
Yaklaşık on gün sonra okullar açıldı. Sınıfa girdim ve arka sıralardan birine oturdum. Öğretmenim boy sırasına göre beni önden ikinci sıraya oturttu. Yanımda Halis Aksoy oturuyordu. Onun babası vardı ve Foça Nüfus Müdürü’ydü. Halis’le okuldan başlayan ve bir ömür süren arkadaşlığım oldu. Aralarında Süleyman Ege’nin de bulunduğu üç beş arkadaşım vardı. Uyumluydum, sakindim ve arkadaş çevremde sevilen biriydim.
1943-44 öğretim yılıydı. İlkokul son sınıfta okuyordum. Bir gün ders esnasında sınıfımızın kapısı açıldı ve içeriye okul müdürümüz Hasan Bey ve yanında kim olduğunu sonradan öğrendiğim İzmir Valisi Refik Şefik SOYER sınıfa girdiler. Sınıf öğretmenimizin talimatı ile hepimiz ayağa kalktık, Vali Bey bir müddet sıraların arasında dolaştı. Bir kaç arkadaşıma soru sordu ardından yavaş yavaş bana doğru yaklaştı, sağ elini omuzuma attı. “Adın ne?” dedi , “Mahmut Irmak” dedim, “Kimin oğlusun, baban ne yapar?” dedi, “Babam yok efendim” dedim. “Kiminle yaşıyorsun?” dedi, “Annem ve anneannemle birlikte yaşıyorum” dedim. “Annen ne iş yapıyor?” dedi. “Yevmiye ile tarlalara gidiyor, tütün ekiyor, çapa yapıyor” dedim. “Anneannen ne yapıyor?“ dedi, “Çorap, eldiven, kazak örüyor ve satıyor” dedim. “Geçiminizi sağlayacak başka bir şey yok mu?” dedi “Yok efendim” dedim.
Bu arada beni baştan aşağı süzdüğünün farkındaydım ve bu durumdan dolayı üzülüyordum. Üzerimde ilkokula girdiğim günkü yamalı ve tek askılı kısa pantolon, ayağımda terlik, üstümde ise annemin diktiği bir gömlek vardı. Başımı biraz okşadıktan sonra okul müdürü Hasan Bey’e seslenerek “Hasan Bey, Mahmut okulu bitirdiğinde onu alıp bana getir, onu ödüllendireceğim” dedi.
Duruma sevinemedim, aksine mahcup oldum. Bir kaç ay sonra okulu bitirmiştim. Aklımda hep Vali Bey’in söyledikleri vardı ama evin geçimine de yardım etmem gerekiyordu. Bunun için annemle birlikte berber çıraklığı, marangoz çıraklığı gibi işlere müracaat ettik ama hiç birisi olmadı. Okulun kapandığı günün ertesinde bakkal Osman M.’in yanına çırak olarak girdim. Bir hafta sonra çalıştığım dükkâna alışverişe gelen okul müdürü Hasan Bey, “Mahmut, haftaya İzmir’e gideceğim. Annene söyle seni hazırlasın. Birlikte Vali Bey’e gideceğiz” dedi.
Vali Bey’in geldiği gün olduğu gibi Müdür Bey’in bunu söylediği gün de sevinemedim. Anneme söyleyip söylememekte tereddüt ettim. Söylesem eminim ki çok üzülecekti. Çünkü üstte başta, elde yakta hiçbir şey yoktu. Yani, Vali Bey’e giderken gidecek kıyafetim yoktu, alacak paramız da yoktu. Akşam eve vardığımda anneme söyledim. Çünkü annem bana yalan söylemenin ya da bildiğin bir şeyi saklamanın yanlış bir davranış olduğunu öğretmişti. Annem çok üzüldü ve ağladı. Üzülme anne, ben Vali’nin yanına gitmeyeceğim, nasıl olsa artık bir işim var çalışıyorum, eve ekmek getiriyorum, ben okumayacağım, babam gibi bakkal olacağım” dedim.
Bakkal Çıraklığı
Ertesi gün beni bekleyen okul müdürümün yanına gittim. İzmir’e gelemeyeceğimi söyledim. “Neden” diye sordu, “Çalışıp bakkal olacağım. Evin geçimine de faydam olacak” dedim.
Çok ısrar etti ama ben gitmemekte kararlıydım. Bakkal Osman M.’nin yanında 3 ay kadar çalıştım. Eski hastanenin yanında evi vardı. Bir yandan bakkal çırağı olarak çalışırken diğer yandan Osman amcanın yeni doğmuş çocuğunun bezlerinin yıkanması için eski hastanenin ( o zamanlar revirdi) bahçesinde bulunan kuyudan tulumbayla su çekiyor ve evine götürüyordum. Osman amcanın yanında birkaç ay çalıştığım halde hiç para vermeyince o işten ayrıldım ve büyükdeniz çarşısında Hasan Basri amcanın dükkanında işe başladım.
Hasan Basri amca aynı gün10 kuruş verdi ve “oğlum git tıraş ol” dedi. Berbere nasıl gidildiğini ve nasıl tıraş olundugunu bile bilmiyordum. O zamana kadar saçlarım uzayınca hep annem keserdi. Ikıla sıkıla berber Ali amcaya gittim. Hippi gibi uzun saçlarım vardı. Saçlarım önüme döküldükten sonra başım, yüzüm, gözüm ortaya çıktı. Sevinçten ne yapacağımı bilemiyordum. Parayla ilk defa tanışmış ve onunla da tıraş olmuştum. İnsanın cebinde para olması çok güzel bir duyguydu. Cebimdeki on kuruşu çıkardım büyük bir adam edasıyla berber Ali amcaya verdim.
Para ödeyerek bir şey yaptırmanın keyfini ilk defa yaşamıştım. Berberden çıktım koşa koşa dükkâna gittim.
“Bitmedi, daha başka şeyler de alacağız” dedi Hasan Basri amca.
Kısa bir süre sonra 2 çift ayakkabı ile birisi günlük, diğeri bayramlık olmak üzere 2 takım elbise aldı. O gün hayatımın dönüm noktasıydı ve doğduğumdan beri yaşadığım en mutlu gündü. İlk defa ayakkabı ve elbiseye sahip olmanın hazzını iliklerime kadar hissediyordum. O gün öğle yemeği için eve giderken Hasan Basri amcanın aldıklarını da beraberimde götürdüm. Durumu gören annem ile anneannem sevinmekle ağlamak arasında gidip geldiler. Hepimiz o günün hayatımızdaki dönüm noktalarından biri olduğunun farkındaydık.
Hasan Basri amcanın yanında mutluydum, çalışıyordum ve günde 50 kuruş kazanıyordum. Yevmiyem daha sonra 65, ardından 80 kuruş olarak devam etti. Bu, ailem için çok önemli bir paraydı. Allah’a şükür kimselere muhtaç olmadan geçinip gidiyorduk.
İstanbul’da Anadolu Kavağı’nda Askerlik
Yirmi yaşına girdiğimde bir gün postacı bana bir zarf verdi. Zarfı açtım, gelen askerlik celbiydi. Vatan görevine çağırılıyordum. Askere gidene kadar aralıksız çalıştım. Bu arada yan dükkân komşumuz olan Söylemezoğlu Ticaret’in sahibi Nazım Bey’den taksitle ödemek üzere iki yüz seksen beş liraya anneme bir Sınger dikiş makinası aldım. Annem boş zamanlarında özellikle ücreti mukabilinde erkeklerin giydiği yakasız gömlek dikerdi. Celpten sonra günler çok çabuk geçti ve vatanî görevimi îfâ etmek için İstanbul’a gittim.
Anadolu Kavağı’nda otuz altı ay (üç yıl) bahriye askerliği yaptım. İlkinde bir ay, ikincisinde kırk beş gün olmak üzere toplam iki buçuk ay izin kullandım. İzin sırasında da bir iki gün annemlerle hasret giderdikten sonra Hasan Basri amcanın dükkânında kalfa olarak çalışmaya devam ettim. Askerliğimi bitirdikten sonra yine eski işime geri döndüm. Bu defa yevmiyem altı buçuk lira oldu.
Bu arada Hasan Basri amcanın babası Hamit Ağa vefat etti ve Osmanlı mezarlığına defnedildi. Hamit Ağa’nın mezar taşına yazılan “Ey Yolcu, ben sıramı savdım, sıra sende” yazısı o gün hafızama kazındı ve hayatım boyunca hiç çıkmadı. Bu söz bana hayatın ölümlü olduğunu ve hepimizin bu dünyada geçici olarak kısa bir süre kaldığımızı hep hatırlattı.
18 Eylül 1958 Perşembe günü halamın kızı Fatma Sopalı ile evlendim. Evliliğimden biri erkek, diğeri kız olmak üzere iki evladım oldu. Oğlum tıp, kızım ise yüksek hemşirelik okudu ve çeşitli hastanelerde görev yaptılar, hâlen de çalışıyorlar.
On sekiz yıl sonra Bakkal Mahmut
Bir süre sonra, Hamit Ağa’nın dediği gibi sıra Hasan Basri Amca’ya gelmişti. Bana hep iyiliği dokunan ve beni yetiştiren Hasan Basri Amca’nın vefat ettiği gün öz babamı yitirmiş gibi üzülmüştüm. Dükkânın başına oğlu Yüksel abi geçti. Yüksel abi bu işi pek sevemedi, sonunda bakkal dükkânını 1962 yılında bana kiraya verdi.
Böylece Cenab-ı Allah bana, yaklaşık yirmi yıl önce çırak olarak girdiğim bakkal dükkânının sahibi olmayı nasip etti. Allah’a şükürler olsun Bağ-kur’dan emekli oluncaya kadar o dükkânı işlettim. Bu arada, mahalle sakinlerimize gelen mektupların çoğunun zarfına adres olarak “Bakkal Mahmut Eliyle” diye yazılırdı.
Mahallemin güvenini kazanmak benim için hep bir onur olmuştur. Zaman içinde Belediye meclis üyeliği de yaparak ilçeme faydalı olmaya çalıştım.
Anneannemin de yardım ettiği dönemlerde annem ve ben çok zorluklar çektik, çok çalıştık, çok mücadele ettik ve çok sabrettik. Doğruluktan hiç ayrılmadık ve sonunda kendimize yetebilmeyi başardık.
Otuz beş yıl Mahalle Muhtarlığı
1984 yılında İsmetpaşa Mahallesi Muhtarı seçildikten sonra bu görevi de severek ve sevilerek 2019 yılına kadar sürdüren Mahmut Irmak, 04 Eylül 2023 tarihinde bu dünyadaki sırasını savarak Allah’ın rahmetine kavuştu. Mekânı Cennet, yaşamı gençlere örnek olsun.
Sebahattin Karaca
Kaynak:
- 09.01.2019 tarihinde Mahmut Irmak ile Foça’da yapılan sözlü görüşme.
- Dr. Hasan Irmak
YORUMLAR