Babası öz Foçalı Resai Kaptan olan, annesi Girit göçmeni Hatice hanımdan doğan Bekir, 1960 ihtilalinde Foça’da dünyaya geldi.
1963 de Necla ve 1969 da Nazmiye adlarında iki kız kardeşi daha oldu.
5 kişilik ailenin reisi olan ve balıkçılık yapan Resai Kaptan, askerde de bahriyeliydi.
Hatta İsmet İnönü’yü İzmir’den Foça’ya getiren gemininde çarkcısıydı.
Gemi Foça’ya yanaşıp, İnönü halkla birarada olmak için gemiden indikten sonra, Resai Kaptan gemi komutanının huzuruna çıktı ve; “Annem şuracıkta oturuyor. İzin verirseniz, annemi görmek istiyorum”. diye sordu. Komutandan aldığı yanıt olumsuzdu. Üzüldü.
Askerliğini bitirdikten sonra, memleketi Foça’ya geri dönen Resai kaptan, 2.Dünya Savaşı sırasında kapanan tuz depolarının ardından, ekonomisi iyice bozulan, hatta bu sebepten yaklaşık 2.000 kişinin terkettiği Foça’da balıkçılık tek çare diye düşündü ve balıkçılık yaparak hayatını sürdürmeye karar verdi.
Zengin babanın biçare oğlu
Esasında babasının geniş arazileri ve sayısını hiç bir zaman bilemediği kadar çok koyun sürüsü vardı.
Bağarası köyünün en zenginleri arasında yer alan Resai kaptan’ın babası erken öldü.
Üç küçük çocukla çok genç yaşta dul kalan annesi Nazmiye hanım, ölen kocasından geriye kalan servetini ailevi sebeplerden dolayı koruyamadı.
Sıkıntılarla büyüyen Resai askerden döndükten çok sonra 1959 yılında Girit kökenli olan Hatice hanım ile evlendi.
Yeni çiftin, 1960 ihtilalinde doğan bir erkek çocuğu oldu. Adını dedesinin adı olsun diye Bekir koydular.
Bekir, Merkez İlkokulunu, ardından Foça Ortaokulunu bitirir.
Her ne kadar önce Cemil Midilli Lisesine kaydını yaptırır.
Ancak bir zaman sonra buradan kaydını alarak İzmir’de akşam eğitimide veren Ticaret Lisesine yazılır.
Orada okumaya başlayan Bekir, boş zamanlarında da, sokağa çıkar balıkçılık yapan esnaflarla, restaurant işletenlerle diyaloglar kurar.
“Size Foça’dan balık getireyim abi “ diyerek, henüz daha 18 yaşına gelmeden kendine kazanç kapısı yaratmaya çalışır.
Önceleri babasıyla birlikte balığa giden Bekir, artık onunla balığa gitmek istememektedir.
Gençliğin veya delikanlılığın beraberinde getirdiği “ben bilirim” edasıyla babası’nın teknesi ve babasının yanında yıllardır çalışan Rodoslu Hüseyin ile balığa gider.
Resai kaptan bu durumdan pek hoşnut değildir. Ancak elden bir şey gelmediğini düşünmüş olacak ki, deniz tutkunu oğluna fazla ses çıkarmaz.
Arasıra annesi Hatice hanım babadan gizli gizli oğul Bekir’in ağlarını onarırdı. Tuttuğu balıkların yanı sıra diğer balıkçılardan da aldığı balıkları taksi ile İzmir’e götürür, önceleri edindiği çevrede satardı.
Delikanlı çağında İzmir’de ve Foça’da tuttuğunu koparan genç adam olarak anılmaya başlamıştı.
Giderek işi büyüten Bekir daha 19 – 20 yaşlarında trollerin bile balıklarını alır kamyona yükler götürür satardı. Bu konuda balıkları satamam korkusuna kapılmazdı.
Bir gün Foça’da Janette adında genç bir Fransız bayanla tanıştı. Ona aşık oldu.
Bir müddet Bekir onu teknesi ile adalara götürdü – getirdi – gezdirdi. Yediler içtiler birbirlerinden ayrılamaz oldular. Ona çok vakit ayırır, bir dediğini iki etmezdi.
Hatta arkadaşı Janette , “haydi Fransa’ya gel orada yaşayalım” der, Bekir’in kafasını karıştırırdı. Bekir’e göre aşkları bir taneydi ve çok büyüktü.
Janette’in Dümeni
Derken askerlik yoklaması geldi çattı. Ardından Gölcük’ te askerlik yapmak üzere askerlik şubesinden gelen yazıyı aldığı gün, yakın bir arkadaşına “Ben Türkiye ‘de askerlik yapmak istemiyorum ,bu konu da kararlıyım, yurt dışına gitmek istiyorum, kaçmak istiyorum” diye serzenişte bulundu.
Bu sözler kısa sürede, Fransa’da yaşayan o sırada da Foça’da bulunan David’e ulaştı.
David, genç balıkçı ve denizci Bekir ile temesa geçti. Bu temasın ardından en kısa sürede bugünkü Foça Restaurant’ın bulunduğu yerdeki Yılmaz’ın kahvede, lejyoner simsarlığı yapan bir Fransız subay ile buluştu.
Fransız subay kendisine Janette’in babası olduğunu söylemişti. Babası mıydı ? değil miydi ? hiç bilinemedi.
Yoksa Janette’ de lejyöner avında kullanılan bir yemmiydi?
Bu güne kadar bilinemedi.
Çünkü Bekir, Fransız subayla görüştükten hemen sonra Janette’i bir daha hiç görmedi.
Görüşme Bekir’in istediği şekilde sonuçlandı. Ve Bekir 11 Eylül 1980 gecesi yani 12 Eylül İhtilalinden bir kaç saat önce ,bir daha gelmemek üzere Türkiye’yi terk etti.
Yani bir anlamda 1960 İhtilalin de Türkiye’de gözlerini açan Bekir,1980 ihtilaline ramak kala ülkeyi terk etti.
Bekir,iki ihtilal arasında Türkiye’de yaşayan nadir gençlerden biri oldu.
Fransız Lejyoner simsarı ve David’in yardımlarıyla Lejyoner olmak üzere Fransa’ya kaçan Bekir, bir müddet David’in evinde kaldı.
Lejyoner olmak için gerekli koşulların olgunlaşmasını ve Lejyonerlik sınavının yapılacağı günün gelmesini beklemek gerekiyordu.
Bu uzun süreyi David’in Fransa’da ki evinde geçirdi.
Hatta bir keresinde acemilik günlerinde yolunu kaybettiğini evi güç bela bulduğunu da annesine telefonda söylemişti.
Ailesi ile görüşeceği zaman Mahmut Irmak’ın Atatürk Mahallesindeki bakkal dükkanını arar. Aileden biri gelir ve bu şekilde görüşme yapılırdı.
Tam da bugünlerde annesine yazmış olduğu mektupta ülkesini terk etmenin, David’in evinde Lejyonerlik sınavını beklemenin zorluğundan bahsederken şöyle demişti.
“sevgili annecim bu zorlukları ,muhakkak yeneceğim buraya gelince fikrimi değiştirdim. Sonsuza kadar burada kalmayacağım. Şansım yaver gider, Lejyoner olursam 5 sene çalışıp para biriktireceğim ve ülkeme geri döneceğim“ der.
Anne Hatice mektubu okur, ana yüreği işte, dayanamaz oğluna ,”topla tası tarağı dön baba ocağına” demek ister ama bir türlü diyemez .
Lejyonerlik için dünyanın pek çok ülkesinden gelen gençler tatbikat sınavlarına girdi. Sınava girenlerin arasında kendisinden başka Türklerde vardı.
Yine bir başka mektubunda, sınavın zor geçtiğinden katılanların yüzde doksanının elendiğinden, hatta kendisinin kazanan tek Türk olduğundan bahsediyordu.
Sınavı kazanan Bekir diğer Lejyonerler gibi Avingon’da bulunan Lejyoner Okulu’na kaydını yaptırdı.
Lejyoner olmak için zor geçen eğitimlerin arasında ıssız dağlarda yaşamak vardı.
Hayatı idame ettirmek için günlerce aç susuz kalmak, verilen görev doğrultusunda acımadan insan öldürmekte vardı.
Lejyonerlik belgesini aldıktan sonra yine annesine yazdığı bir başka mektupta, ilk görev yerinin Cezayir olacağından, orada ne kadar kalınacağını bilmediğinden, beş yıl sonra mutlu sona erişileceğinden bahsediyordu.
Oysa görevler hiç bitmiyordu.
O ülkeden bu ülkeye savruluyordu.
Başta Afrika ve Asya olmak üzere sayısız ülkede Fransa menfaatlerini korumaya çalışıyordu.
Lejyonerlik bunu gerektiriyordu. Bu bilinçle ve sorumlulukla diğer Lejyonerler gibi bir ülkeden diğerine gidiyordu.
Başta, Afrika ve Asya’da pek çok ülkede görev yapan Bekir, en çok Cezayir,Tahiti, Polinezya, Küba, Calvi, Camurac,Moruroa, Djibouti ve Marsilya’da bulundu.
Söyleyin Çelekut’a Ahtapotu Diri Diri Fırına Koymasın
Yine Asya’da bulunan Tahiti’ye yola çıkmadan önce annesine yazdığı bir başka mektupta; “Uzun yola gidiyorum anneciğim.
Size epey bir süre mektup yazamayabilirim. Bayramınızı kutlar, büyüklerimin ellerinden , küçüklerimin gözlerinden öperim.
Babama bir fatiha okuyun benden. Ayrıca “ Çelekut Hüseyin’e çok selam, bir daha ahtapotu gövece diri koyup onuda fırına sürmesin” diye yazmıştı.
Çelekut Hüseyin, demircilik yapan göçmen bir Foçalıydı. Suyunu iyi ayarladığı için en keskin tırpanı o yapardı.
Bir keresinde kunduracılık yapan Dringo Hüseyin, Çelekut Hüseyin’e “haydi bunu fırında pişir, ben İzmir’e gidiyorum, gelince yeriz der” ve ahtapotu verir.
Çelekot Hüseyin, ahtapotu diri diri göveçe koyar, fırına sürer. Sıcakta, güveçten çıkan ahtapot yürür gelir, pişmekte olan ekmeğin üstünde dimdik, ölmüş vaziyette durur.
Fırında ekmek pişiren aslen de Ödemişli olan İbrahim usta, durumu görünce “ Fırında cin var – fırında öcü var” diye yatağını yorganını kaptığı gibi memleketi Ödemiş’e döner.
Durumun ardından ahtapotun sahibi Dringo Hüseyin “Yahu ahtapotun yandığına özülmüyorum ama, İzmir’den sırf bunun için getirdiğim dere otu elimde kaldı. O na yanıyorum” der.
Bekir, baba evine gönderdiği kartların veya mektupların altına hep Denizci Bekir diye yazardı.
Bunu bilerek yazıyordu. Çünkü o kendini Foça’da, anadan doğma “denizci ve balıkçı” olarak görüyor, biliyordu.
Her nerede olursa olsun ve her kimin için ne yaparsa yapsın , balıkçı ve denizci olmaktan gurur duyduğunu her yerde söylerdi.
Bu manada bazen mektuplarına, ufak tefek şakacıklar sıkıştırarak, aslında Foça’ya olan özlemini gizleyemiyordu.
Çok sık gittiği Tahiti’de yemek sırasında önüne gelen balığı görünce, içinde Foça duygusu köpüren Bekir, yarasını hafifletmek için, o an yazdığı kartın arkasına “Palamut tazeye benzemiyo anne. Gözleri kaymış. Barut Amed’e söyle de bir zabıt tutsun” diyordu. (Barut Ahmet, o sıra Foça Belediyesinde çalışan zabıta memuruydu ) Ailesine “Denizci Ailesi” diyor.
Aileye yazdığı mektuplarda hep tanıdığı bildiği balıkçılara uzaklardan selam ediyordu. Arkadaşı Yusuf’u, Kabak Niyazi’yi ve daha pek çoklarını hiç unutamıyordu.
Bazen İniş Aşağı Olan Yol, Daha zorludur.
Yıllar geçiyor ,her şey umduğunun tersine kötüye gidiyordu.
Bir yandan kendisi gibi Lejyoner olan Cezayirli Fatma ile evlenip yuva kurarken seviniyordu.
Fatma’nın alkole olan bağımlılığını biliyor ve önemsemiyordu.
Bekir doğan oğluna Foça’da çok sevdiği çocukluk arkadaşı olan Tarık’ın ismini veriyordu. Diğer yandan ise babası Resai Kaptanın ölümü ile yıkılıyordu.
“Ne acı babamın ölümüne bile gidemiyorum diye çok üzülüyordu. Gidemiyordu, çünkü askerliğini yaktığı için Türk vatandaşlığından çıkartılmıştı.
Özal Hükümeti zamanında yeniden Türk vatandaşı olma ümidi doğdu. Ama kendisinin bizzat Türkiye’de olması ve iyi hal kağıdı alabilmek için imza atması gerekiyordu.
Oysa Bekir Fransa’daydı. Lejyoner olup Fransa için çalışmasına rağmen Fransız vatandaşı da olamamıştı.
Bu bağlamda ülkesiz ( heimatlos) olarak orta yerde kalmıştı. Pasaportu olmadığından, babasının cenazesine de gelemiyordu.
Bu durum Bekir’e çok ağır darbe vurmuş yavaş yavaş ve bir Fransız subayının da teşvikiyle alkol almaya başlamıştı.
İlerleyen yıllarda alkol evliğini bitirmedi ama eşi Fatma, alkol komasından ölmüş, iki çocuğuda Fransız hükümeti tarafından bakıcı aileye verilmişti.
Aslında Bekir’in sadece iki çocuğu yoktu. Evlilik dışı ilişkilerinden, en az 2 çocuğu daha olduğu ailesi tarafından biliniyordu.
Eşi öldükten sonra, çocuklarının da elinden alınmasının ardından Bekir, kendini iyice alkole vermişti.
Hatta bir defasında çalıştığı Lejyoner birliğinden uzunca bir süre izinsiz ayrılınca, görevinden uzaklaştırılmıştı.
Tüm çabalarına rağmen bir daha göreve dönemedi. İşsiz kaldı.
Geçim sıkıntısı çekmeye başladı. Vatandaş olamadığı ve görevden uzaklaştırıldığı için erken emekli olma hakkını de yitirmişti.
Fransız devletinden aldığı sosyal yardımlarla yaşamını sürdürmeye başlayan Bekir, ara sıra Fransa’da yaşayan Türklerin Mahkemede davalarında tercümanlık yapsa da, zor ve pahalı hayata tutunmak kolay olmuyordu.
Bir yandan kayıp ettiklerinin dayanılmaz acıları, diğer yandan yoksulluk ve alkol, özünde balıkçı olan Foçalı Lejyoner Bekir’i hızla sona yaklaştırıyordu.
Beşiğinin Asılı Olduğu Baba Diyarını, Bir Daha Görememek Yakar İnsanı
Böylece beşiğinin olduğu ülkesinde, memleketi Foça’da, sadece iki ihtilal arasında, yirmi yıl yaşayan balıkcı Bekir, biraz kandırılarak, biraz da kendi isteği ile hiç bir zaman yakalayamayacağı hayallerinin peşinde olmuştu.
1980 den sonra geriye kalan ömrünü, inişiyle çıkışıyla sürdürdüğü kötü koşullardaki hayatına noktayı koydu.
23 Nisan2008 tarihinde Fransa’nın Avingon şehrinde hayata gözlerini yumdu. Bekir Ailesi tarafından çok sevdiği memleketi Foça’ya getirildi.
Bir kaç eşi dostu ve yakın akrabalarının katılımıyla sessiz sedasız hasretini çektiği Foça’da toprağa verildi.
Sebahattin Karaca
YORUMLAR