Bazen iyi tanıdığı birisi hakkında bir şeyler yazmanın, kolay olacağını sanır insan. Tam o noktada daha ilk cümlede öyle zorlanır ki, yazının başlığını bile koyamaz.
Bu durum yazandan değil, anlatandan kaynaklanır. Anlatanın, ömrüne o kadar çok şeyi nasıl sığdırdığını duydukça, onca yaşadıkları karşısında yaşama nasıl sıkı sarıldığına şahit oldukça, nereden başlayıp, nasıl sonuçlandıracağını bilemez yazan.
Hatta bazen önceden hazırladığı sorularda olabilir; elde kalır, soramaz. Çünkü anlatana empati yapmış, anlatılanları yaşamaya başlamış, ya soru sormayı unutmuş ya da soruların gereksiz olduğu kanısına varmıştır.
Öyle de oldu. Yıllardır Foça’da sessiz, sedasız, sakin, hatırşinas ve kendi halinde yaşayan Halis abi ile bir söyleşi yapayım dedim.
Ve.. kendinizden biraz bahseder misiniz? diye sordum.
İkinci soruya gerek kalmadı bile. O anlattı, ben yazdım. Yazarken bazen umutlandım, bazen hüzünlendim, bazen de Halis abi üzerinden hem hayatı hem de Foça’yı daha iyi anladım.
Midilli’den Foça’ya
Babam Hafız, miladi 1322 Rumi 1904 yılında Midilli’ de doğmuş, İlkokulu orada bitirmiş. Ailesiyle birlikte 1923 yılında mübadele kapsamında “din esası üzerinden halkların değişimi” ile gelip Foça’ya yerleşmişler.
Dedemler, dolayısıyla babamlar Foça’ya yerleştiklerinde, kendilerine benim doğduğum Fevzipaşa Mah. Dutlu sokaktaki evin yanı sıra, Bağarası köyünde zeytinlik ve tarla verilmiş.
Ancak dedem ve babam hiç rençberlik yapmamışlar. Dedemin ne yaptığını tam olarak hatırlamıyorum, ama babam Midilli’de okuduğundan, o yıllarda okuma yazma oranı da çok düşük olduğu için resmi dairelerde küçük küçük görevler almış. Ardından nüfus memurluğunda çalışmaya başlamış.
Limni’den Foça’ya
Annem Emine ise, ailesiyle birlikte Limni adasından yine 1923 yılında mübadele ile Foça’ya gelmişler. Annemlerin Limni’den Foça’ya gelişleri bir vapur vasıtası ile olmuş.
Bu yolculuk sırasında gemi kaptanı Limnililere "ben kaptan olarak bu gemiyle yaptığım seferlerin hiçbirinde geminin bu kadar hızlı gittiğini hatırlamıyorum. Bu defa neden bu kadar hızlı gittiğini merak ediyorum" demiş.
Limnililer kaptana dönerek direkte asılı olan torbayı göstermişler ve demişler ki : “Onun içinde Sakal-ı Şerif var.”Onu Limni’de bırakmadık, yanımızda götürüyoruz.” Annemin üzülerek söylediğine göre kendilerini Foça’ya getiren gemi başkalarını almak üzere gittiği Limni seferinde batmış.
1930’lu yılların başında Babam Hafız Hüseyin, annem Emine ile evlenmiş. 4 Mart 1933 yılı bir cumartesi günü Foça’nın İsmetpaşa mahallesi’nin Dutlu ( şimdi 181sok.) sokağında 5 numaralı evde doğmuşum. Ben ve ailem toplam 7 kişiden oluşuyorduk. İlk başta soyadımız Ercüment’miş. Soyadı kanunu ile babam, Aksoy olarak değiştirmiş.
II. Dünya harbi sırasında İhtiyati asker olarak 2 sene İstanbul Hadımköy’de görev yaptı. Bu sırada babama her ay memur maaşı olarak 50 lira 25 kuruş ödenirdi. Babam yedek asker olduğundan akrabamız Hasan AKSOY babamın mutemetliğini yapıyor ve babamın maaşını alarak getirip anneme veriyordu.
50 lira ile gayet iyi geçiniyorduk. Yokluk, kıtlık döneminde bile evimizin aylık tüm ihtiyaçlarını karşılayabiliyorduk. Babam 2 sene İstanbul’da görev yaptıktan sonra Foça’ya döndü ve nüfus memuru olarak işe başladı.
Maddi durumumuz fena sayılmazdı. Çocukluğumda kıtlık gördüğüm söylenemez. Aldığı maaş ailemizin geçimine yetiyordu. Çocukluğumu İsmetpaşa mahallesinde yaşadım. Arkadaşlarım Hulusi Yenipazar, Mahmut Irmak, 7 -8 kardeş olan Beytorun’lardı.
Bir sabah artan hüzünlü bir ortamı anlamaya çalışıyordum. “Atatürk’ümüz öldü” dediklerini duydum. Herkes hıçkırıklarla ağlıyordu. Küçücük yaşımda ölüm lafını ilk defa duyuyordum.
Herkesin ağladığını görünce, ben de hüzünlenip ağlamaya başladım. Fakat neden ağladığımı da bilmiyordum. Ağlayanlardan etkilenmiştim. Sebebini daha sonra okula başladığım ilk yılda öğrendim.
İlkokulu Foça’da, şimdi öğretmen evi olan binada okudum. Bu okula 5 sene gittim. Okul arkadaşlarım arasında Canan Tan’ın annesi, Gülten Topçu , Mücessem Kaan, Nadir Sanlı, Mahmut Irmak, Hulusi Yenipazar gibi arkadaşlarım vardı.
İlkokuldan sonra Foça’da ortaokul olmadığından, ortaokul birinci sınıfı Tire’de; ortaokul ikinci sınıfı, Kız Endüstrisi Müdüresi daha sonraki yıllarda milletvekili olan akrabamız Aliye Coşkun Timuçin’in evinde kalarak Aydın’da okudum.
Ancak küçük yaşta aile hasretine dayanamıyordum. Aydın çok uzaktı. Maalesef başarılı olamadım ve sınıfta kaldım. Bunun üzerine babam beni Aydın’dan Ödemiş’e aldı. Orada ortaokula kayıt yaptırdı. Yine malum sebeplerden dolayı ortaokulu ikinci sınıfta terk ettim. Daha sonraki yıllarda ortaokulu Menemen’de dışarıdan bitirdim.
Foça’da elektrik bile yoktu.
1940’lar, II. Dünya Savaşı’nın sıkıntıları ile gelip geçti. 2. Dünya Savaşı’nın Foça’ya olan sayılamayacak kadar olumsuz etkileri vardı. Kayıtları Foça’da olanların dışındaki herkesin Foça’ya giriş çıkışı yasaktı.
Öyle ki, Foça dışından ziyaretçilerimiz gelse, asker evimize kadar refakat ederdi. Gidene kadar da kontrol altında tutulurdu. Çok sıkı önlemlerin alındığı bir askeri bölge olduğundan yaşam içindeki hareketliliğimiz sınırlıydı.
Ekonomik ve siyasi sıkıntıların zirveye eriştiği yıllardı. Savaş yüzünden gündüzleri sınırlı ve kontrollü yaşıyor, geceleri ise karartmadan dolalı karanlıkta kalıyorduk. Yıllarca zifiri karanlıkta yaşadık. Rauf Çelebi’nin geceleri belirli saatlerde sokakları yarım yamalak aydınlatan o zamanki teknolojik santrali olmasaydı temelli yanmıştık.
1950 yılına kadar şimdiki 187 sokakta ( Tedaşın bulunduğu blok) Rauf Çelebi’nin sahip olduğu; bir tarafı zeytinyağı fabrikası, bir tarafı iptidai santral vazifesini gören dizel elektrik motoru, gecelerin kabusunu bir nebze de olsa gideriyordu.
Evin erkekleri, akşam yemeğinden sonra deniz kenarındaki kahvelere gider kahvenin parazitli radyosundan savaş haberlerini dinlerdi. Evlerin %95’ inde radyo olmadığından kahvelere rağbet çoktu.
Evlerde olanlarda lamba veya yağ kandilinin aydınlattığı odalardaki mangalın etrafında büyüklerin anlattığı cin – peri hikayeleriyle vakit geçirirlerdi.
Santralin tükettiği mazot parasını belediye Rauf Çelebi’ye ödüyordu. Rauf Çelebi bu yöntemle Foça sokaklarını aydınlatmadan önce sokaklarda gazla çalışan fenerler vardı. Bir belediye görevlisi sokakları dolaşarak özellikle köşe başlarında bulunan gaz lambalarını yakar, böylece sokaklar aydınlanırdı.
Arkasından Rauf Çelebi’nin santrali ile uzunca bir müddet Foça sokakları gece saat 11’e kadar aydınlandı. Bu şekilde elektrik verme işi 1950 yılına kadar geldi.
1950 yılında ise 189 sokakta şimdiki bilgisayarcının bulunduğu belediyeye ait binaya belediye büyük bir dizel elektrik santrali kurdu. Yeniden sokak aydınlatma direkleri düzenlendi. Santralde özel makinist Zeyyat bey ile Turgut Emiroğlu’nun babası Sadi bey birlikte çalışıyordu. Sadi bey iyi bir makina mühendisiydi. Bu santral ile ilk defa evlere de elektrik verilmeye başlandı.
Bu arada sırası gelmişken bir anımı anlatayım; “İsmetpaşa sahilinde bulunan çeşmenin karşısında tahta direkte bir sokak lambası vardı. Berrin’in bisikletine ilk defa binen (Bonne nouvelle) Raşit abi yalpa yapa yapa giderken, bayanın birtanesi de çeşmeden testisini doldurmuş. Soluklanmak için testiyi yere koymuş, Raşit abiye “testi evladım testi” diyormuş ki, Raşit abi testiye bakarken tahta direğe toslayarak yapışmış kalmış. Bir subayın annesi oturduğu balkondan seslenmiş “Ah evladım, ne iyi oldu geldiniz, 3-4 gündür bu direk yanmıyordu, sayende tekrardan sokak ışıldayacak” demiş.
İş - Aş - Aşk ve Evlilik
1954-56 arası yaptığım askerlik görevimin ardından Foça’ya döndüm. Şimdiki Villa Dedem otelinin bulunduğu yerde bir adet tek katlı, bir adette çift katlı bir bina vardı. Çift katlı binada Ziraat Bankası bulunmaktaydı. Ben de hemen onun yanı başındaki tek katlı binada manifatura ve tuhafiye dükkanı açtım. Ama işler iyi gitmeyince dükkanı başkasına devir ettim.
Ardından Foça Ortaokulu’nda memur olarak göreve başladım. 1957 yılında beğendiğim, çok sevdiğim, saygı duyduğum Semine Tekeli ile evlendim. Seval ve Seda adında 2 yıl arayla iki kızımız oldu. Ben ve eşim Semine çok mutluyduk. Herşey gayet güzel gidiyordu, işim vardı, eşim vardı, çocuklarım vardı mutluyduk...
Ancak o yıl neden olduğu çokta bir bilinmeyen şekilde, önce kızım Seval, sonra Doktor Yavuz’un kızı Cana ardından Hükümet Tabibi Fuat Beritan’nın oğlu Mehmet çocuk felçi oldular.
Dr. Münip Dinç’in olağanüstü çabasıyla ve ameliyatlarla kızım Seval tekrar yürümeye başladı, ama bir ayağı diğer ayağından iki santim kısa kaldı. 1975 yılına gelindiğinde rahmetli Cemil Midilli, kendi adını taşıyan Cemil Midilli Lisesini ortaokulun bahçesine yaparak Milli Eğitim adına bağışladı.
Bu defa ortaokuldan liseye memur olarak geçtim. Liseye tefriş gerekiyordu, bakanlıktan bir başka fasıl ile gelen 150 bin tl’yi tefriş kalemine(sıra,tahta,sandalye) aktardık. Sağlam ve ucuz olsun diye İzmir Şirinyer’de bulunan çocuk yetiştirme yurdunun atölyesine siparişlerimizi verdik. Ancak siparişlerimizi bir türlü alamıyorduk, her türlü yazı nedense karşılık bulamıyor ve zaman su gibi akıp geçiyordu.
En son her ne kadar belge ve bilgi istiyorlarsa tamamladım, götürdüm. İzmir Bayındırlık Müdürüne verdim. Müdür götürdüğüm herşeyi yarım saat inceledi ve bana otur deme nezaketinde bulunmadı. Ayakta bekledim. İncelemesini yaptıktan sonra eliyle evrakları bana doğru iten Müdür “Olmaz bu evraklarla malzemeleri sana teslim edemem.” deyince nevrim döndü, kendimi kaybettim.
Aylardır uğraşmama rağmen bir türlü bitmiş sıraları alamıyordum. Çok sinirlenmiş olduğum halde bile kontrolümü kaybetmeden “Müdürüm müdürüm, bu iş benim kendi işim değil, bir okulun işi, okul açıldı ama eğitime başlayamıyoruz. Bu işten ne ben prim alıyorum ne de siz, ancak okul sıra olmadan açılamıyor. Ya bugün sıralarımı vereceksiniz ya da Konak meydanında üzerime benzin döküp yakacağım” dedim.
Yan masada oturan bir bayan memur, sinirlendiğimi, zorlandığımı, titrediğimi görünce ayağa kalktı yanıma geldi “Sakin olun beyefendi” dedi. Kendi aralarında fısıl fısıl bir şeyler konuştuktan sonra evrakları imzaladı. Sıralarımı aldım, aynı gün temin ettiğim araçla Foça’ya getirdim. Önemli bir işi tam vaktinde başarmış olmanın mutluluğunu yaşadım. Ancak bu mutluluğum uzun sürmedi.
Aynı yıl, kızım Seda kötü bir hastalığa yakalandı ve tedavisi çok zordu. Aslen Tire’li ve akrabamız olan, Almanya Köln Üniversitesinde çocuk mütehassısı olarak görev yapan Ercüment Aksoy’un yardımı ile Üniversite’nin fonundan masraflar karşılanmak üzere 2 ay Köln’de tedavi gördü.
Ardından Türkiye’ye döndük. Aradan çok uzun bir süre geçmedi 1975 yılında 14 yaşında iken tedavi gördüğü hastalığı nedeniyle hayata gözlerini yumdu. Bu ölüm hepimizi perişan etti. Acısına dayanamıyorduk.
Eşim Semine ‘de maalesef 1993 tarihinde ailesinden irsi olarak gelen kansere yenik düştü. Bu sefer tüm sevgimi büyük kızım Seval’e verdim, evli ve iki çocuk sahibiydi. O da 2015 yılında kahrolası aynı hastalıktan ölünce dünyam iyice yıkıldı. Omuzlarım çöktü. Bu elim olaydan sonra ev bana dar gelmeye başladı. Tüm eşyalarımı ihtiyaç sahiplerine dağıttım.
Yaşadığım talihsizlikten sonra yeni hiçbir şeye başlamayı istemiyordum. Her şey bana zor ve ağır geliyordu. Reha Necla Midilli Yaşlı Evi Vakfının açtığı yaşlılar evine yerleştim. Burada mutluyum ve hayata tutunmaya çalışıyorum.
Halis Abi ile yaptığım bu söyleşi, beni bir yanınıyla hüzünlendirdi. Bu çok açık. Ama diğer yönüyle de bir o kadar aydınlattı. Anlattıklarıyla Foça’nın geçmişinden bu gününe ışık tuttu. Foça Kent arşivine girebilecek, bir kaç altın sayfa açtı.
Teşekkür ederim Halis Abi. Uzun ömürlerin olsun.
Sebahattin Karaca
[email protected]
Kıymetli okurlar, arşiv yazılarıma www.sebahattinkaraca.com sitesinden erişebilirsiniz.
YORUMLAR