İnsan turizmle iştigal edince gezilip görlecek yerlerle ilgili birbirinden ilginç duyumlar haberler doğrudan tavsiyeler alır. Hele hele aynı yerle ilgili olarak, farklı insanlardan merak uyandıran benzer övgüler artarak gelirse, üstüne üstlük instagram fenomeni Mehmet Sert ve Emel Ak’ın paylaşımlarını da gördükten sonra bavullar hazırlanır ve yollara düşülür.
Eşimle benim için , bu defa istikamet, iki kez kuşatılmasına rağmen, iyi savunmasından ve sağlam kalesinden dolayı bir türlü Osmanlı toprakları olamayan Viyana’idi. Ardından ise, UNSECO’nun “Dünya Kültür Mirası” kabul ettiği ve üst sekmende hem de en önemliler listesinde ilk 10’a aldığı “Korunması Gereken Dünya Kültür Mirası” unvanlı Hallstatt’ı ziyaret etmeye karar verdik.
Bindik uçağa, vardık Viyana’ya . Burası için 2-3 gün yetmez ama, iş güç olunca, vakit darlığı da üstüne binince, hiç yoktan iyidir düşüncesiye tez elden gezdik, dolaştık Viyana’yı. Kısaca şunu söyleyebilirim; çok güzel bir şehir. Son 10 yılda 3 kere “Dünya’da en rahat yaşanabilir şehirler arasına girmiş” görülesi bir yer. Huzur veren, mutlu eden, herkesin birbirine gerçekten saygılı olduğu, korunmuşluğu, tertemiz doğası, yeşil alanları, ormanları, şehrin tam ortasından geçen Tuna nehrinin kattıklarıyla muhteşem bir şehir. Kültür ve sanat açısından neredeyse 1 numara. Her türlü etkinliğin yapıldığı, yaşandığı gösteri salonlarından, eğlence merkezlerine, müzelerden, saraylara kadar gezip görmek için çok daha uzun süre gerekir. Ama biz böyle zamanlarda yaptığımızı tekrarladık. Hızlandırılmış şehir turu ile en başta Osmanlı Ordusunun Viyana’yı kuşatmak için kurduğu karargah alanı olmak üzere, alışveriş bölgeleri olan Reumann Meydanı, Karl Meydanı, Belediye Sarayı, Müzeler Mahallesi ( alanı) , Stephans Katedrali, Burggarten (Kale Bahçesi), Parlemento Binası, Votiv Kilisesi, Doğal Tarih Müzesi, Müzik evi, Schönbrunn Sarayı, Donau (Tuna) Nehri, Donau Kulesi, Citypark, Alte Hofburg gibi yerleri gezip görme fırsatını 2-3 günde yakalayabildik. Hatta son gün Oberlaa Pastanesinde meşhur Viyana pastalarından ve kahvesinden nasibimizi aldıktan sonra ertesi gün için, erkenden dinlenmeye çekildik.
Rota, “Yer Yüzü Cenneti” Diye Anılan Hallstatt .
Sahip olduğu köklü gelenekleri, kültürü, yeryüzü cenneti ve Dünyanın bilinen 7000 yıllık en eski tuz madeninin bulunduğunu defalarca duyduğumuz, Hallstatt’a gitmek üzere, sabah saat 6:00 gibi trene bindik. Trenin geçtiği her yeri izliyor, resim çekiyorduk. Gördüğümüz ve beğendiğimiz dağlar, göller, köyler, ırmaklara bir daha bakıyor hafızmıza kazımaya çalışıyorduk. İki buçuk saat süren keyifli, tatlı bir yolculuğun ardından Hallstatt gölünün kenarındaki ara istasyonda duran trenden indik. Bizi karşıya geçirecek küçük turist vapuru iskeledeydi. Bilet almak için sırada beklerken bile gördüğümüz gölün güzelliği; ardındaki ormanla kaplı dik yamacın eteklerine ve gölün kıyısına yapılmış birbirinden güzel tarihi binalarıyla Hallstatt köyünün görüntüsü; sadece bizi değil, orada bulunanları büyülüyordu. Herkes sessiz sedasız etrafı izliyor, bol bol fotoğraf çekiyordu. İçimize inanılmaz bir ferahlık, rahatlık, huzur ve sakinlik girdi. Bu güne kadar gördüğümüz hiç bir yere benzemiyordu. İkimiz birbirimize bakıştık aynı anda “galiba bahsedilen cennet burası” dedik. Vapur gayet yavaş ilerliyordu. Sanki sessizliği ve tılsımlı görüntüyü bozmak, doğayı uyandırmak istemiyordu. Buna rağmen 15 dakikada Hallstatt iskelesine yanaştı. Büyük bir heyecanla indik. Eşim “ne iyi ettik de geldik” derken, mutluluğunu gizleyemiyordu. Ertafımızda her ne görüyorsak, bakına bakına, içimize sindire sindire dolaşıyorduk. Binaları, yolları, sokakları, 5 asırlık köy meydanı, dağın yükseklerinden akan, köyün altında bulunan kanaldan geçerek göle ulaşan, suyun verdiği serinlik insanı başka bir aleme götürüyordu. Her tarafda Çinli, Rus ve Hintli turistler dolaşıyordu. İki günde Türkiye’den gelen genç bir Türk çift ile karşılaştık. Denizli’den gelmişlerdi. Ayak üstü muhabbet ettik. Onlar da gördüklerinden mest olduklarını söylüyorlardı. İnsanın kendine rehberlik etmesi bazen iyi oluyor. Bu sayede her şeyi daha derinlemesine araştırma ve görme fırsatı buluyor . Ama bunun için önce bir turizm ofisine gitmek gerek. 5-10 dakikada ofisi bulduk. Bir yandan önemli bilgileri, diğer yandan plan ve brojürleri aldık. Artık gezebilir, dolaşabilirdik. Yorulunca bir kafede dinlenir, elimizdeki bilgi kitapcığına göz atabilirdik. Hallstatt çok büyük değildi. Ama çok eski bir tarihe sahipti. Gelmeden önce yaptığım araştırmalar bunu gösteriyordu. Turizm ofisinden aldığımız el kitapcığı iyi iş gördü. Köy bir avuç olunca, kaydadeğer ne var ne yok, pek çoğunu yürüyerek gezdik, gördük, inceledik, bu doğrultuda bize ilginç gelenleri şöyle sıralayabilirim. Beinhaus, Alan darlığından dolayı mezarlığın küçük olması sebebiyle 12.yy.dan beri var olan Ossuary ilginç geldi. Mezarlığa gömülenler 10-15 yıl sonra, yenilerin gömülmesi için açılıyor, kafatasları yıkandıktan sonra aile fertleri düzenine göre Ossuary’de yan yana diziliyor. Sayısı 1200 civarında olan kaftasılarının 610 tanesi boyanmış ya da işaretlenmiş. En genç kafatası 1995 yılına ait. Son yıllarda ölüleri yakma işi kabul gördüğünden, Ossuary’ye rağbet kalmamış. Bunun dışında birbirinden güzel evlerle çevrilmiş, ortasındakı görgemli çeşmesi ile, Tarihi Pazar Meydanını yaşamak, etrafı dolaşmak, gözünüze kestirdiğiniz restaurantta özenle hazırlanan yöresel yemekleri tatmak haz veriyor. Welterbe (Dünya Mirası) Müzesi, 7000 yıllık geçmişe sahip Salzwelt und Hochtal (Tuz Dünyası ve Yüksek Vadi) de gezinti, doyumsuz panoramayı yaşamak, Dachsteinsport Janu’da sergilenen çeşitli çağlara ait buluntuları görmek, Evangelist Kilisesi, Katolik Kilisesi ziyaretleri, küçük gemilerle göl gezintisi ile güzel bir güne daha veda ettik. ( Vakti bol olanlara kuğuların eşliğinde Zillen ile göl gezintisini tavsiye ederim.)
Havasının bile şişelenip satıldığı Hallstatt
780 nüfuslu küçük bir köy olmasına ve bir kaç yıl öncesine kadar borçlu bir belediyesi olmasına rağmen bugün aralarında uzak Asya’dan gelenlerin çoğunluğu oluşturduğu turistler sayesinde belediye bütçesi 4.4.milyon Euro’ya ew ulaşmış. Belediye başkanı sadece köyün merkezinde ki otomatik geçişli tuvaletten 150.000 Euro gelir elde ettiklerini, turizm sayesinde ekonomilerinin iyi olduğunu söylüyor. Az sayıda olan aile aişletmesi otellerde yılda 160.000 konaklama yapılan Hallstatt’ı günübirlik olmak üzere de, yılda bir kaç milyon insan ziyaret ediyormuş. Halk artık bunu istemiyor. Halk, kitle turizmi yerine daha kaliteli ve sürdürülebilir turizm istiyor. Günü birlik gelenlerin yerine birkaç gün kalabilecek turist istiyor. Ama ilgi çok büyük olunca,durum öyle bir hal almış ki, kapalı şişelerde Hallstatt havası bile, satılmaya başlanmış.
Çinde Fotokopisini Yaptılar
Hallstatt’dan esinlenen Çinliler, Çin’in Guangdong bölgesinde , önce suni bir göl yaptılar. Ardından Hallstatt köyünün bire bir kopyasını gölün kenarına inşa ettiler. Böyle olunca uzak Asya’da, ünü daha da artan Hallstatt’a en büyük ikramiye Napoli’de çıktı.
1997 yılının Aralık ayında Dünya Kültür Mirası Komitesinin Napoli’de bir toplantı yaptı. Bu toplantıda Avusturya’nın sahip olduğu tarihi, asırlardır sürdürdüğü kültür ve sahip olduğu büyüleyici doğasına istinaden Hallstatt’ın korunması gereken dünya kültür mirası olduğu kararı alındı. UNESCO bununla da yetinmedi. Dünya Kültür Mirası Listesinin içinden seçilen, aralarında Mısır’daki Piramitlerin, Köln’deki Dom Kilisesinin (Katedral), Çin Seddinin, Ekvador’daki Galapogos adalarının, bulunduğu özel listede yer verdiler.
Bu açıdan bakıldığında Hallstatt, hudutlarında yedi bin yıl önce işletilen ve dünyanın ilk tuz madenine sahip olan köy olma özelliğine sahiptir. Aynı zamanda suyu içilecek kadar temiz olan gölü ve gölde Zillen adındaki kayıkları 500 yıldan beri kullanıyorlar, hem de şeklini ve modelini hiç değiştirmeden. Eski yıllarda tuz taşıdıkları geneleksel Zillen kayıkları ile bu gün turist taşıyorlar. Sadece bu açıdan bakıldığında bile, geleneklerini yaşatmak için çaba gösterdikleri görülüyor.
Atalarından kalan evlerini, sokaklarını, meydanlarını, göllerini, doğal değerlerini koruyorken diğer taraftan ise 7000 yıllık maden ocaklarının bir kısmını müze gibi hazırlayıp ziyaretcilere sunuyorlar. Dağın diğer kısımlarında da kıymetli taşları içeren tuz madenini çıkarmaya devam ediyorlar. Bunu öyle bir yapıyorlar ki; insanlar madende mi, cennette mi dolaştıklsrını ayırt edemiyorlar. Bu bilinç ile doğayı, köy yaşamını, gölü, turizmi, maden işletmeciliğini birbiriyle uyumlu tatlı bir harmoni içinde yaşatmayı yıllarca sürdürebilmişler.
Maden deyip geçmeyelim. Öyle bizdeki gibi ölüm saçan, doğanın altını üstüne getiren zihniyetle işletilen bildik madenlerden değil bu maden. Adına Salzbergwerk dedikleri , Alp dağlarının Salzkammer bölgesinde 650 metre yükseklikte bir dağda, 7000 yıldır işleyen bir maden, dikkat ederseniz maden ocağı demeye dilim varmıyor. Çünki burası gerçekten maden ocağından daha ziyade, bir müze gibi işletiliyor. Tuz Dünyasına üç yoldan çıkılıyor. iki adet patika üzerinden çıkılıyor. Her biri uzun ve biraz da zor olanıdır. Diğeri ise Salzbergwerk tepesinin yakınına kadar bir kaç dakikada 360 metre yukarıya çıkma imkanı sunan bir nevi teleferiktir. Buradan sonra yürüme yolu ile yarım saat tırmandıktan sonra Dünyanın bilinen en eski Tuz Madenine ve Tuz Dünyasına ulaşılıyor.
Dağcı Ramsauer
Eski zamanlarda Hallstattlılar ölülerini Yüksek Vadi dedikleri alanın daha çok gölge olan kısmına gömerlermiş. Daha sonra yapılan çalışmalarla Çağlar öncesine ait olduğu kesinleşen mezarları bulan bir arkeolog değildi. Onları bulan ve gün ışığına çıkaran, bir madenci olan Johann Georg Ramsauer’un ta kendisidir. 1846 yılında Ramsauer işçilerle, tepelere doğru çıkmak üzere, tırmanma yolu yaparken yüksek vadiye ulaştıklarında çakılların arasından çok sayıda insan iskeletleri ve antik nesneler gördü. Ramsauer burasının bir mezarlık olduğu kanaatıne varmasının ardından sistematik olarak mezarları tek tek açmaya başladı. Bulduğu her nesneyi yürüttüğü titiz çalışma ile kayıt aldına aldı. Ramsauer’ın buldukları Hallstatt’ı sahip olduğu Çağlar öncesi Kültürü ile buluşturdu. Ortaya çıkan antik nesneler ve daha sonra Viyana Doğal Tarih Müzesi Arkeologlarının bölgede yaptığı kazılar sonucu elde edilen bulgularla, Hallstatt Köyünün yukarı kesiminde yer alan Yüksek Vadide, 7000 yıllık olduğu kesinleşen dünyanın ilk tuz maden ocaklarının bulunduğu ortaya çıktı.
Hallstatt’ın Kaya Tuzu Taşıyan Kadınları
19. yüz yılda tüm ülkede olduğu gibi burada da yaşanan ekonomik buhranın beraberinde getirdiği yoksulluk, Hallstatt’ın kadınlarını da sırtlarında ağır yük taşımaya zorladı. O kadınlar ki, yaşanan ağır ekonomik şartlarda genç , hamile, yaşlı demeden Tuz dağında sırtlarına vurdukları içinde tuz kayaları olan ağır küfe ile günde bir veya iki defa sarp ve dik yamaçlardan aşaya doğru yürüyerek göl kıyısındaki köy meydanına indirirlerdi. Bu iş hiç kolay değildi, yol uzun ve zordu, yazın sıcak kışın soğuk demeden sırtlarında ağır yükü taşıyan kadınların arasından ölenlerde oluyordu. Kadın taşıyıcılar hareketinin başladığı yer olan, Dr. Morten sokağında bulunan binanın cephesine, köyün cefakar kadın taşıyıcılarını unutmamak, genç nesillere hatırlamak adına ve anısına anıt yapılmıştır.
Vakit geldiğinde, trene binip ayrılırken hüzünlendik. Keşke zamanımız olsaydı da bir kaç gün daha, ayrı ve güzel bir dünyada olduğumuzu hissettiren, tılsımlı cennet parçası köyde kalabilseydik. Bu sefer tadımlık oldu. Bir daha ki sefere inşallah doyumluk geliriz.
Bu geziden; geleneklerin, doğanın , madenciliğin, turizmin, dayanışmanın, insanlığın, iyi yönetimin iç içe olabileceğini, buun da sadece çalışkan, eğitimli, kültürlü, geleneklerine bağlı vatansever insanlarla gerçekleşebileceğini bir kere daha gözlerimle gördüm. Darısı başımıza.
Sebahattin Karaca
YORUMLAR